25.08.2009

galata fotoğrafhanesi















yandaki fotoğrafın konuyla bir alakası yok.. sadece ben çok sevdim diye orda.. bi de nazar değmesin diye tabii..

çocukluğumdan beri çok sevdiğim bir iş için ikinci girişimimdeyim..

fotoğraf çekmek benim için hep çok özel olmuştu ama o kadar özel davranamadım sanırım..

üniversite yıllarındaki fotoğrafçılık kulübü girişimimi saymassak..

şimdi Galata Fotoğrafhanesi'nde bu konudaki ilk ciddi eğitimimi almaya başladım.. temel fotoğraf bilgisi atölyesine katılıyorum.. devamı da olacak diye umuyorum.. daha sadece iki ders gittim.. ilki tanışmayla geçti.. ikinci derste ise genel fotoğraf çekme girişimlerimde yaptığım bir hatayla ilgili bilgi aldım.. işte o zaman çok heyecanlandım ve keyiflendim.. bir de haftanın iki günü kuzenimle buluşup Galata'ya gidiyor olmak da çok keyifli.. bir de bana inanan birilerinin olması..

**GökçeKız.. beni dövseydin bu kadar ikna edici olamazdın heralde!!

23.08.2009

Luna wants to back in town..



başaramadığım zaman bırakıp gidebiliyorum..

tüm algımı tüm dünyaya kapatabiliyorum..

14.08.2009

in Bruges
















2 tetikçi

1 patron

1 uyuşturucu satıcısı, dolandırıcı kadın

1 Rus

1 dolandırıcı, tek gözü kör adam

1 "bodur" oyuncu, uyuşturucu bağımlısı

1 hamile otelci kadın

2 Kanadalı

benim ruh halimden mi bilemiyorum,  yönetmenin (Martin McDonagh) bütün ters köşelerini sevdim.. bazıları abartılı da olsa..

bir görevi tamamlayan iki tetikçi, patronları tarafından (Ralph Fiennes) Belçika'nın Bruges kentine geçici bir süre tatile gönderilirler.. orada patronları tarafından seçilen bir otelde yaklaşık iki hafta geçirip, telefon beklemeleri gerekmektedir.. sakin bir ruh haline sahip Ken (Brendan Gleeson) ortaçağdan kalma şehrin tadını çıkarmaya çalışırken, ortağı Ray (Colin Farrell) neden orda olduklarını sorgulayıp, huysuzluk eder ve kendini bir iç hesaplaşmanın içinde bulur.. tabii hiç birşey böyle sakin kalmayacaktır.. Belçika'nın biralarını yudumladıkları her an belaya bir adım daha yaklaşırlar.. sonra yukarıda gördüğünüz liste devreye girer..

Ralph Fiennes'in romantik bir aşık mı yoksa psikopat bir katil mi olduğu konusunda hala kararsızsanız, bir de bu filmi izlemenizi öneririm..

13.08.2009

tatil dönüşü süprizi

















tatile gideceğimiz akşam, otobüse binmişken ve daha İstanbul'dan çıkmamışken, öyle bir yağmur yağdı ki.. balkondaki bütün fidelerim kırıldı zannettim..

ama kuzenim onlara çok güzel bakmış.. üşenmemiş gelip sulamış.. resimde gördüğünüz, biberlerin 2. hasadı.. domateslerin daha ilk.. ama bunlar beklediğim pembe domatesler değil.. onlar kocaman çiçekler olarak kaldılar.. sonra da çiçekleri kurudu.. ben neden domatese dönüşmedi bu devasa çiçekler derken, PDA grubundan bana bir yardımcı geldi.. işte bahçecilikle ilgili öğrendiğim bir bilgi daha.. dışarıdan aldığımız domateslerin (çekirdekten elde edilen ya da fide olarak satın alınan) fidelerinde oluşan çiçeklerin (benim önceki senelerde yetiştirdiklerim gibi..) döllenmeye ihtiyacı olmazmış.. ama bu sene yetiştirmeye çalıştığım pembe domatesler gibi tamamen organik olanlarda döllenme şartmış.. yoksa çiçekler kuruyup gidermiş.. tabii döllenme için de arılar şart.. ne yazık ki balkonda hiç arı yok.. işte bu yüzden ikinci çiçekleri bekliyorum.. bir yöntem öğrendim.. deneyeceğim.. eğer başarılı olursam size de anlatırım..

11.08.2009

kekik





















şu yandakiler kekik.. hem de dağ kekiği..

bir haftadır yoktum ya.. işte sebebi.. yıldızların altında uyumaya gittik.. sevgilim ve ben.. ve bize katılan nefis arkadaşlar..

anlatmaya dilim varmıyor..

sondan önceki gün Winmaker ve Suiwar'ın peşine takılarak Likya Yolundan şelalelere ulaşmayı denedim.. 10 senelik sandaletlerim parçalandı.. yükseklikten başım döndü.. hiç görmediğim bir cins kertenkele gördüm.. bir kaplan kelebeği suratıma kondu.. ve her sabah domateslerin üzerine serptiğim dağ kekiklerinden topladım.. topladık..

31.07.2009

wristcutters: a love story















hakkında hiç birşey bilmeden başına oturduğum filmleri seviyorum.. wristcutters da onlardan biri oldu.. hem de bir yol hikayesi.. hem de ne yol.. TomWaits'den "dead and lovely" ile açılan filmin baş karakteri Zia'nın (Patrick Fugit) önce intihar edenlerin dünyasına yaptığı kısa yolculuk ve daha sonra da intihar edenlerin dünyasında yaptığı uzunca bir yolculuğu anlatan fimin müzikleri, renkleri konuyu nefis bir şekilde destekliyordu.. ama filmin beni etkileyen genel başarısı ayrıntılar üzerine kurulmuş güzel bir öykü olmasından kaynaklı.. o kadar ki, filmde bir kara delik bile var ama ne izleyene ne de filmdeki karakterlere garip geliyor.. (zaten garip olan bişi varsa, o da intihar edenlerin bir dünyası olması.. değil mi.. biliyorum..) filmin başka bir güzel ayrıntısı ise karamsar müziğiyle filmin başında sesini duyduğumuz Tom Waits'in ilerleyen sahnelerde, yan rollerden birinde görmemiz.. ve üstelik filmin bu kadar karamsar müziğe, temaya, renge sahip olmasına rağmen sıksık güldüren bir karamizah olması da cabası..

genel olarak konu; Zia'nın intihar ederek ulaştığı, intihar edenlerin dünyasında (aslında intihar edenler için çok büyük bir cezadır.. yeniden yaşıyor olmak hem de yıldızsız bir gökyüzünün altında, hiç gülemeyerek..) yolları kesişen Eugene (Shea Whigham), Mikal (Shannyn Sossamon) ve Zia'nın, Zia'nın intihar ettiğini öğrendiği eski sevgilisi Desree'nin peşine düşmesinden ibaret.. bir de Mikal'in "buranın sorumlusunu" bulmaya çalışması tabii..

filmin sonu her ne kadar çok da "bağlayıcı" olmasa da, filmin girişi ve gelişmesi o kadar hafif ve akıcıydı ki, kapanışında da gülümsemeden edemedim..

yönetmen Goran Dukic'i de diğer filmlerini de izlemek üzere buraya not aldım..

29.07.2009

ekmek



soldaki jalapenolu.. Suiwar'a..

sağdaki zeytinli.. Winmaker'a..

ekmek yapmak çok keyifli..

sevdiğin birileriyle kahvaltı yapmak da..

24.07.2009

dolma saran tavşanlarız..


















bu sabah Bekir Coşkun'un yazısını okumama sevgilim vesile oldu..

festival alanına ilk gittiğimde aklımdan geçen şey "bu konserler için ne kadar uluorta bir mekan" diye düşünmek oldu.. genelde ParkOrman, MehmetAkifErsoy Orman'ı gibi yerlerde yapıldığından, KüçükçiftlikPark bana çok gözönünde gelmişti.. (bilmeyenler için; Dolmabahçe-Maslak yolundaki lunapark alanı) göz önünde olmasından hoşlanmayışımın sebebi utanılacak çekinilecek bir durumda olmamız değidi tabii ki.. çok kısa bir süre önce konser basan, galyana gelmiş, birbirini fişteklemiş bir grubu televizyonda gözlerim yuvalarından fırlamış bir şekilde izlediğim içindi.. kendine benzemeyeni sevmeyen, sevmediği yetmezmiş gibi canına kasteteden, hatta yolda yürürken bile başına gelecekten korkan, korku içinde yaşamaya mahkum edilen bir toplumda yaşıyorum çünkü ben..

böyle şeyler yazmak bana pek uygun değil.. ben Bekir Coşkun'un yazısını kopyalıyorum buraya.. izniyle..

"Rock çocukları...

ŞARKILAR söylüyorlar...

Şarkılar onlar için ekmek-hava-su gibi...
Bir konser öncesi, sabahın ayazında, montlarına sarılmış, ıslak çimenlerin üzerine kıvranmış uyurken görmüştüm onları.

“Neyi bekliyorlar?..”

“Şarkıları...”

Çoğu birkaç dil biliyor. Her şeyi tartışmaya hazırlar. Dünyanın tümünü kendilerinin kabul ediyorlar. Onlar için ırk-dil-din ayrımı yok...

Çevre savaşçıları, küresel emperyalizme karşı duranlar, savaşlara “hayır” diyenler de onlardan çıkıyor...

Kirli dünyaya itirazları var...

Ve özgürler...

*

Küçükçiftlik Parkı’nda yerli-yabancı grupların katıldığı Unirock Festivali vardı. İşte Başbakan Harbiye’ye geçerken onları gördü.

Çocuklar dans ederek şarkılarını söylüyorlardı.

O an içinden belki “Fesuphanallah...” dedi Başbakan...

Arabanın siyah camının arkasından, gözlerini kısarak, dolma saran tavşan görmüş gibi şaşkınlıkla baktı onlara.

Nitekim ilk konuşmasında “...Giderken maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördük. Üzüntü vericiydi. Böyle sınırsız-kontrolsüz bir ahlaki erozyonun olduğu yapılanma bizi dertlendiriyor” dedi...

Ne yaptı ki çocuklar?..

Babalarının iktidarında tavuk yemi ithalatı işine mi girdiler?..

Büyük çarşıların önünü bedava kapatarak haşlanmış mısır ticareti mi yapıyorlar, babalarının adını sermaye yaparak?..

Baba dostunun bursu ile okuyup, bir anda mücevherat şirketi sahibi olma olanakları da yok...

Gemicik hayalleri de olamaz...

*

Onlar şarkılarını söylüyorlar...

Niye bu kadarcık haklarını “ahlaki erozyon” sayıp, ayıplayıp, sonra da oturup dertleneceksiniz?.. Şarkı söylüyorlar, şarkı...

Cennet kadar güzel, ama yağmalanmış-çalınmış bir ülkede doğdular... Onları bekleyen kötü yaşamlara, bunalımlara, işsizliklere, haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı, şarkı söyleyerek yürüyorlar.

Sadece şarkıları var... "

21.07.2009

biber















şu yandakiler benim bu sene ki ilk balkon hasatım..

Eminönü'den aldığım 5 biber fidesinin verdikleri.. hala üzerlerinde çiçekler ve daha olgunlaşmamış biberler var.. ne yazık ki organik değiller.. ama en azından benim balkonuma geldikten sonra herhangi bir ilaçla karşılaşmadılar..

sevgilim tadlarını çok sevdi.. çıtır çıtır körpecik.. bir iki dilim peynirle mideye gönderdi..

ben en çok toplamayı sevdim..

verdiğim emeği sevdim..

emeğimin karşılığını almayı sevdim..

tabii yine Fethiye hayalleri.. tatlı rüyalar..

20.07.2009

unirock fest 2009 fiyaskosu

















geçen sene ParkOrman'da yapılan Uni-Rock Fest'in ardından bu sene tam bir fiyasko yaşadık..

Maçka Küçükçiftlik Park (hani şu lunaparkın olduğu alan..) 3 günlük bir festivali kaldıracak büyüklükte değildi.. cuma akşamı Arch Enemy için gittiğimizde  adım atacak yer bulamayınca şaşırdık kaldık.. sırayla; sahne, ayakta dikilmekten başka şansı olmayan yüzlerce katılımcı, yiyecek tezgahları ve çadır alanı olarak 4 katmandık ve hiçbirinin arasında boşluk yoktu.. el mahkum konserin başlamasını bekledik.. ayakta..

bir diğer şok edici durum ise alanın tamamen beton olmasıydı.. hiç beton "festival" alanım olmamıştı.. çok şaşırdım.. yani ayakta durmaya artık dayanamayıp da mendil kadar, poponumu koyacğınız bir alan bulacak kadar şanslıysanız, o alan da beton olmak durumunda.. nerde ParkOrman'ın yapay çimleri.. nerde o çimlerin üzerinde fink atan karıncalar.. her yer beton ve.. toz tabii ki.. bir de.. Beşiktaş'ın göbeğinde çadır alanı da neyin nesi.. Beşiktaş yürüyerek 10 dakika ve ordan da her yere ulaşım var zaten..

tüm bu olumsuzluklara cumartesi gecesi bir de bel ağrım eklenince pazar günü Amon Amarth'ı izlemeye gidemedik.. ancak Arch Enemy ışıldıyordu diyebilirim.. zaten festivale gitmek için beni heycanlandıran ilk şey Angela Gossow'u sahnede görmekti.. gerçekmiş.. o ses ona aitmiş.. ve detone olmadan arka arkaya bisürü şarkı söyleyebiliyormuş.. Angela'nın sanırım "müzik kası" var.. muhteşemdi.. Paradise Lost ise duruşu ağır çok şık bir sahne performansı sergiledi.. arkasından sahne alacak olan Kreator fanları rahat durmadı ama onlar çok iyiydi.. Kreator hakkında ise pek konuşmaya gerek yok sanırım.. Kreator seyircisinden çok memnundu.. syircisi de Kreator'dan.. Arch Enemy'den sonra en çok görmek istediğim grup olan Rotting Christ'i ise saçma sahne saatleri yüzünden kaçırdım.. evet kaçırdım.. bu konu hakkında tek kelime duymak istemiyorum..

şimdi önümüzdeki konserlere bakacağız.. canım çok fena Faith No More çekiyor ama konser nerde tahmin edin..

17.07.2009

hayallerim..






















yepyeni bir maceranın peşindeyim son günlerde.. beni okumak kadar mutlu eden bişey.. internette resimler arasında kayboluyorum.. sadece resim ama.. öykülerini kafamdan yazıyorum.. resmin bir köşesine benden bir eşya iliştiriyorum.. gözlüğümü koyuyorum masanın üzerine.. kitabımı bırakıyorum divana.. hızlı hızlı.. ordan oraya..

şu yandakini burdan buldum.. bayıldım..

daha çok ffffound da geziyorum..

hayyalerimi tazeleyip, yeni yeni hayaller kuruyorum..

düşünüyorum da; böyle güneşli saatlerde ve sıradan gibi duran bir günde.. evimi ne kadar görebiliyorum.. işim olmadan.. haftanın 2 gününe işlerimi ve eğlenmeye çalışmalarımı, bir de hepsini yapıp, dinlenmelerimi sığdırmaya çalışmadan..

içerden kahve kokusu ve fırındaki ekmeğin kokusu gelirken.. elimin altında çerez tabağı, çerezleri eşelerken ve tek elimle kitabını tutmaya çalışırken..

12.07.2009

Tuborg Gold

















pazar akşamüstüsü..

hava akşamın getirdiği hafif kızıllıkla, yağmur yağabilme ihtimalinin getirdiği boğucu kızıl karanlık arasında sıkışıp kalmış.. bi sürü karınca basınçtan ve nemden boğulmuş olmalı..

sanırım tv'yi açmamak insana zamanı unutturuyor.. (saçmalıklardan seçmelerin sıralı döngüsü.. şimdi reklamlar sosuyla..)

luna'ya sorarsanız; Tuborg iyidir..

luna şerbetçi otu'nun acı tatdını pek sever..

biranın iyisi kötüsü sorgulanmaz arkadaşlar arasında ama Tuborg Gold iyidir..

8.07.2009

XXY
















XXY bir süre önce izlediğim bir film.. ama etkisi hala devam ediyor..

çiftcinsiyetli Alex'in etrafında gelişen olayların kısa ancak hayatlarında kargatulumba bir dönüş yaratan bir bölümünü izliyoruz..

konu kısaca; Alex çift cinsiyetli 15 yaşında bir çocuk.. ailesi Uruguay'da küçük bir balıkçı kasabasında yaşamayı seçmiş,  Alex'i dış etkenlerden koruyabilmek için.. yurtdışından gelen misafir bir aile, 15 yaşın Alex için bir dönüm noktası olmasını tetikliyor.. çünkü bu zamana kadar bir kız çocuk gibi yetiştirilmiş hatta sakallarının çıkmaması ve birçok erkeksi özelliğin önüne geçilebilmesi için devamlı ilaç kullanmak zorunda kalmış.. fakat gelen ailenin babası bir estetik cerrah ve aslında orda bulunma sebebi de Alex'in durumu hakkında fikir vermek hatta ameliyatı yapmak.. bu ziyaterle beraber Alex'in kafa karışıklığı, kendini anlamaya çalışması, karar verme süreci ve bu süreçte etkili olan birçok olayı bazen gözlerim dolarak izledim.. insanların kendine benzemeyene karşı ne kadar acımasız olabikleceklerini, aslında ödlek ve tutunamamış bir çok insanın azınlık karşısında nasıl güç gösterisi yapıp kendini tatmine gidebildiğini çok yalın bir dille anlatmış film.. öyle ki, bazı sahnelerde çocuk oyuncuların rol yaptığına inanmak imkansızlaşıyor.. yönetmen Lucía Puenzo'nun konuya belgeselvari yaklaşımı kadar, kör göze parmak sokarcasına anlattığı durumlar da var.. ancak bu durumlar da filmin yoğun duygusu içinde kaybolup gidiyor..

filmin trailerını burdan izleyebilirsiniz.. Inés Efron'un muthiş oyunculuğu için bile izlenmeye değer olduğunu düşünüyorum..

söylemeden edemeyeceğim; Alex'in walkman dinleyen insanlarla ilgili tespitini anlatışı çok çok tatlıydı..

7.07.2009

2 bilet arasındaki sınırsız fark



















konserle başladı bu yaz da.. tam gaz devam ediyor.. açıkçası Dream Theater dışında beni şuana kadar cezbeden olmadı.. belki Placebo ama bu sefer Dream Theater'ı kaçırmam sanıyordum.. olmadı..

şimdilik hazır olan tek konser biletim geçen sene de gittiğimiz festival; UniRock Fest.. Arch Enemy'den Paradise Lost'a bir sürü grup var.. hiç birini tek tek gidecek kadar sevmem ama bu kadro bir araya gelince gidip görmemek kayıp olur diye düşündüm..

yandaki resimde 19 Eylül 1998 tarihinde İstanbul'da gerçekleşen the Rolling Stones konserinin bileti var.. 19 yaşındaydım ve 650 kilometre yol gelmiştim İstanbul'a.. aklıma geldince bile kalbim hızlanıyor.. gördüğüm en muhteşem konserdi.. biletini elimde tutmak bile garip bir his yaratıyordu.. o zamanlar biletix yoktu.. iyiki de yokmuş.. anlıyorsunuz değil mi.. çok söze gerek yok.. üzerindeki the Rolling Stones kabartmalı damga, hatta (burda gözükmese de..) the Rolling Stones logolu 3 boyutlu bandrol bile böyle "tarihi" olaylar yaşamış insanlar için paha biçilmez bir değer taşıyor.. du..

5.07.2009

deviantart



uzun zamandır hayran hayran izlediğim, bir ucundan bulaşınca saatlerce içinden çıkamadığım, nasıl her şeyi wiki'ye danışıyorsam, görselleri de ilk ona danıştığım deviantart'da artık benim de bir sayfam var..

23.06.2009

transporter 3














haftasonu Transporter 3'ü izledim sonunda.. ben bu seriyi çok seviyorum.. çamur atacak varsa şimdiden yazıyorum.. çok kızarım.. ceketimle döverim..

Jason Statham, zamanında Lock, Stock and Two Smoking Barrels ile kalbimizi çalmıştı.. daha sonraları biraz daha farklı bir yol izleyerek, kaslarını geliştyirdi ve eğlenceli, bol aksiyon filmlerinde boy göstermeye başladı.. hatta öyle ki kendisi benim için zamane Bruce Willisdir.. zira Jason'ın da saçları Bruce'un yaşına geldiğinde daha farklı olmayacak.. zaten Transporter serisi de benim için Die Hard serisi gibi..

Transporter 3'ün en beğendiğim yanlarından biri -inanmayacaksınız ama..- daha çok diyaloğa yer verilmiş olması.. müfettişle yaptıkları muhabettler çok eğlenceli.. hatta bu muhabbetlerin yanında Frank Martin gönül işlerine bile bulaşıyor.. vee.. son günlerde kravat denen naneye fena halde takılmışken, Frank Martin'in karavatını gerçekten "kullanmış" olması beni çok etkiledi.. kravat ve gömleğinle adam dövmüyorsan, o bağcık ne işe yarar??!!

neyse.. film bence 10 numara bir aksiyondu.. Frank Martin kaslarına kas katmış, yine deliler gibi araba kullanıyor.. bol bol yakın çekim Audi logosunu görüyoruz.. Audi isteyip iç geçiriyoruz..

ha bir de.. filmimizin kötü adamı; Robert Knepper.. T-Bag yani.. güzel olmuş..

canı sıkılana.. içi daralana.. şiddetle tavsiye ediyorum..

21.06.2009

kırmızı balık



kırmızı balık kaç kaç..

balıkçı Hasan geliyor..

kırmızı balık kaç kaç..

balıkçı Hasan seni tutacak..

19.06.2009

sad sad luna
















İstanbul'da yaşamaya başladığım ilk zamanlarda.. Tünel civarı bu kadar popüler değil iken.. kapalı bir İstanbul gününde, yaptığım uzun yürüşüşlerden birinde, kapısının önünden geçtiğim bir barda, Dave Matthews Band çalıyordu.. hiç alışık olmadığım bir şeydi.. girip bir bakmak istedim.. loş ışığında güzel müzikler eşliğinde ve Hocaoğlunun az kavrulmuş fıstıklarıyla kitap okuyabileceğim tek yer oldu kısa zamanda.. uzun süre herkesten sakladım.. ta ki sağlam arkadaşlıklar kurana kadar.. sonraları.. geçtiğimiz haftaya kadar, gittiğimiz tek adres oldu neredeyse.. uzun Eminönü yürüyüşlerimden sonra, Tünel'den Taksime çıkıp, bir bira ya da kahve içtiğim.. zamanla çalışanları da en çok sevdiğim arkadaşlarımla değişen, sadece bir bar değil de.. dertleştiğim, kafamı dağattığım, konuşup eğlendiğim tek sıcak mekan.. öyle ki.. canım sahibi, yeni açtığı yerinde sevgilimle benim düğünümü bile yaptı bundan yaklaşık 2 buçuk sene önce.. İstanbul'a ait en güzel anıların olduğu yer.. nefesim boğazıma düğümlendiğinde ayaklarımın beni götürdüğü tek yer.. kendimi müşteri değil de ordaki birçok kişi gibi oradaki bir bardak ya da küllük kadar oraya ait hissettiğim tek yer..

şimdi bu kadar insan bir daha nasıl, nerde bir araya gelirbilemiyorum.. ismini hiç öğrenmediğim ama göre göre "tanış" olduğum bir çok kişiyle bir daha nerelerede karşılaşırız onu da bilemem..ama ne yazık ki artık Sokak Kahvesi kapandı.. arka arkaya okadar güzel şarkıyı seçip çalacak bir DJ de yok.. kahve ve bira ısmarlayacak arkadaşlar da..

bu sabah Momo'dan haberi aldığımda kendimi biraz boşlukta hissettim..

bana ait ve çok sevdiğim birşey elimden alınmış gibi..

17.06.2009

saksıda bir can


























geçen sene ki balkonda sebze yetiştirme maceram devam ediyor.. bu sene havaların geç ısınması nedeniyle biraz geç çimlendi tohumlar.. balkonumun da günde sadece birkaç saat güneş aldığı için biraz yavaş büyüyorlar.. haziran ortası oldu ama daha ancak çiçek aşamasındalar..

fidelerim o kadar güzel kokuyor ki.. utanmasam elimde bir şişe Edremit zeytinyağı ve tazecik zeytinli ekmekle balkonda başlarında oturup çiçekten domatese dönüşmelerini bekleyeceğim..

gelecek o gün de..

bu sene, geçen sene merakla takip ettiğim PDA nın bir üyesi oldum.. PDA, organik pembe domates yetiştirmek isteyenlerin bir araya geldiği bir topluluk.. sizinle bilgi ve organik tohum paylaşımında bulunuyorlar ve bunun için sizden bekledikleri tek karşılık, organik olarak yeni fideler yetiştirmeniz.. mail grubundan hergün, Türkiye'nin değişik yerlerindeki, bahçelere ve balkonlara ekilmiş güzel güzel fidelerin resimleri geliyor..

işte ben de gözünün içine baktığım fidelerimin sonunda çiçeklendiğini görebildim.. balkonumdaki dar alanda ancak bu kadar oluyor.. ama geçen yaz da yaptığım gibi bunlar sadece gelecek hayatım için bir hazırlık.. hayallerimi canlı tutmak için ödediğim küçük bir bedel..

ben de balkonumdan değil de bahçemden o gruba fotoğraf gönderebilmeyi diliyorum..

bir de.. "saksı" deyince aklıma hep toprak saksılar geliyor.. nedense o plastik şeylere bir türlü ısınamadım..

15.06.2009

scamper

daha önce Igor'dan bahsedeceğimden bahsetmiştim.. biliyorum.. ama zaten çok da etkilendiğim söylenemez.. tabii üzerinden zaman da geçince.. silik bir anı oldu benim için.. ama etkisi daha yeni izlemişim gibi olan bir karakter vardı.. şu en soldaki.. Scamper (nam-ı diğer Steve Buscemi) .. Igor tarafından deneylerde kullanılmış ve ölümsüz yapılmış bir depresif tavşan kendisi.. şimdi bunca zaman sonra nerden geldi aklıma tüm film nerdeyse silinmişken aklımdan.. bir düşüneyim.. bu tavşancık mutsuz ve sıradan hayatına son verme yürekliliğini gösterebiliyor.. (şurdan bir miktar izleyebilirsiniz..) çünkü zaten yapabileceği pek de birşey yok.. bulutların gölgesine mahkum edilmiş "kötü bilim adamları"yla ünlü bir şehirde, kötü bilim adamı özentisi Frankenstein'ın çırağından bozma bir Igor ve kendi ismini bile doğru düzgün yazamayan bir Brian (gerçek adı tabi ki de Brain) ile yaşamaya mahkum.. o da kendince tek çıkar yol olan her şekilde ölümü deniyor.. bıkmadan usanmadan yaptığı tek şey bu..

ben ise burda hep hayal kuruyorum.. işte tüm mesele burdan çıktı.. klavyeyle birilerinin suratını dağatmayı.. makası birilerinin karnına saplamayı.. sonra da gidip Fethiye'de domates yetiştrirmeyi hayal ediyorum.. bu kadar vahşetin üzerine huzurlu bir hayat kurulur mu derseniz.. kurulurmuş gibi geliyor nedense.. sanki olur muş gibi.. birşey söylemeden çekip gitme olgunluğuna erişemedim belki.. bilemedim şimdi..

domatesler de çiçek açtı bu arada.. tembelliği bırakıp resimlerini çekicem.. biberlerin de..

11.06.2009

the wrestler

















hafta içi her akşam kursa gittiğim için bir heves, izlemek istediğim ne kadar film varsa indirmeye çalıştım.. bilgisayarım hep açıktı.. şimdi ise film günleri yeniden başlıyor..ancak ruh halimin gelgitleri devam ettiği için çok duygusal, çok kanlı filmlerden mümkün olduğunca uzak duruyorum.. tabii başlığa bakınca ne büyük bir hata yaptım anlamışsınızdır.. pişman değilim..

uzun süredir sıra bekleyen bir filmdi the wrestler..

Randy "The Ram" Robinson'un (Mickey Rourke) parçalara ayrılmış hayatına kısa ama derin bir bakış niteliğindeydi.. en alt tabakanın bütün baskıyı üzerinde hisseden, "mumu iki yandan yakan" ların hayatını sade bir gerçeklikle anlatmış yönetmen Darren Aronofsky.. bu gerçeklik hissini veren şeylerden en belirgin olanı sanırım Randy'nin ringe çıktığı zamanlar dışında peşinden ayrılmayan kamera ve devamlı duyduğumuz nefes sesiydi..

filmin genel gidişhatı dışında beni ayrıca etkileyen şey de Randy ve kızı Stephanie (Evan Rachel Wood) arasındaki ilişkiydi.. özellikle Randy'nin kızı için "my girl" deyişinden çok etkilendim.. ve kızlar babalarının en en zayıf noktaları sanırım.. bir günlük çok güzel bir ayrıntıydı.. içimden "şimdi herşey düzelebilir" planlarını geçirmeme sebep olacak ışığa sahipti.. ama Murphy Kanunları iş başındaydı tabii.. "bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.."

Marisa Tomei ise filmdeki başka güzel ayrıntıydı.. her ne kadar "çıplaklığı göze sokulmuş" yorumları yapılmış olsa da forumlarda, bence kıvamındaydı.. bir filmi gerçek yapan şeylerden biri bu.. hayatta böyleyse , filmde de böyle olması normal..

son olarak da, nefis müzikleri vardı filmin.. Randy'nin (ve belki Cassidy'nin de) hayatının zirvesinde olduğu, en güneşli günlerini yaşadığı zamanlara ait şarkılar.. Guns'N Roses, Quit Riot, Cindrella, Accept, Scorpions, L.A. Guns.. Randy diyordu ki;

"kahretsin, artık böyle şarkılar yapmıyorlar.. lanet 80'ler en güzeliydi.. Guns'N Roses muhteşemdi.. kesinlikle.. ve Def Leppard.. sonra o Cobain korkağı çıkıp işleri piç etti. sanki güzel vakit geçirmek suçmuş gibi.. doksanlardan nefret ediyorum.. 90'lar berbattı.."


7.06.2009

şaşkın yumurta

balığın yumurtası havyardan daha kıymetlidir tavuğun yumurtası bizim ailede.. aile derken kastettiğim sevgilim ve ben değil.. kuzenlerim.. teyzelerim.. annem.. (onunla ilgili bir efsane bile var.. o küçük bir çocukken, köyle pikniğe giderken, haşlanmış yumurtaların olduğu sepeti eline vermişler.. piknik yerine vardıklarında annemin yol boyunca 9 tane yumurtayı yediği ortaya çıkmış..)

herkes ona sanki daha başka daha mühim bişiymiş gibi davranır..

bu yandaki arkadaş bizim buzdolabından..

sanırım sabahları suratımdaki meymenetsizliği atmak için kardeşimin geliştirdiği bir yöntem..

sabah uyku sersemi dolabı açıp da size hayretle bakan bir yumurta görünce gülmemek elden gelmiyor..

çok yaşa emi sen Annie..

2.06.2009

kate

sonunda The Reader'ı izledim.. benim kendi kendime becereceğim yoktu, sevgilim seçti, öyle izleyebildik.. Kate Winslet'a karşı olan aşırı sempatimden dolayı hep daha da keyifli bir zamanda izlemek için sakladığım bir filmdi..

Kate Winslet'ı sanırım ilk kez Titanic'te izlemiştim.. tanrım.. koskoca 3buçuk saat içinde tek izlediğim O'ydu.. sonra Holly Smoke.. bir yolculuk öncesi Bursa şehir merkezinde elimde çekçekli valizle oturup vakit geçirecek bir yer ararken önünden geçtiğim sinemada oynadığını gördüm.. hem de Harvey Keitel ile.. büyük kurtarıcı.. zor işlerin adamı.. hep aynı ifade.. hep aynı asalet.. valizimle girip sinemaya, film zihnimde, çok güzel bir yolculuk geçirmiştim.. kaç kez daha seyrettim sonradan bilemiyorum.. Kate Winslet Ruth rolünde ya bendi ya da bana çok yakın biri.. hayatımda gördüğüm en garip aileye sahip olan..

sonra Iris ve..

Eternal Sunshine Of The Spotless Mind..

sonra da beni gözyaşlarına boğan Finding Neverland..

sanatçıya bir çok ödül getiren Hanna rolü benim Kate Winslet'a olan hayranlığımı biraz daha büyüttü.. bunun dışında film hakkında pek birşey yazmak istemiyorum.. uzun zamandır gördüğüm en iyi hikayelerden biriydi sadece..

ve dün akşam The Reader'da izlerken, Young Michael'in kitap okuduğu sahnede onu gözyaşları içinde görmek ve ardından kahkahalar attığını duymak beni çok duygulandırdı.. özellikle son zamanlarda içinde bulunduğum ruh hali ve devamlı açlığını çektiğim okuma hissini düşündüm.. Hanna Schmitz'in yerinde olmak.. yalnızlığın bambaşka bir hali sanırım..

26.05.2009

tebdil-i bünye



tebdili mekanda hayır vardır derler ya.. (hatta benim test etmişliğim de var..) tebdili bünyede de vardır heralde.. yoksa bu kalk gidelim aklımla varacağım yer hayırlı bi yer değil midir?

çantamı, kitaplarımı alıp yola çıkasım var.. zaten polenlerin de burnuma kaçası var.. bir de dövme yaptırasım.. ama onun için bir sponsora ihtiyacım var.. bu kadar varlık içinde yokluk çekiyorum ya.. benim iyi bir sopaya ihtiyacım var..

25.05.2009

aylak haftasonu

çılgıncasına kendimi ordan oraya attığım günler (aylar) sonunda sonsuz sakinlikte bir haftasonu geçirdim.. geçiriyorum.. pazar akşamlarını sevmediğimi söylemiş miydim.. çalmayan telefon v.b.. pazar akşamı da tedavülden kalksa televizyonun sesini duymadan yırtacaktım az kalsın.. kısmet değilmiş..

cumartesimi dondurma, makarna yiyip kola içerek ve film izleyerek geçirdim.. film izlemeyi kafamı dağıtmak için yaptığım zamanlardan pek hoşalnmıyorum ama kafamdaki ağırlığın sebebini bulamadığım için aklıma gelen son çareydi.. o yüzden imdb'nin puanına (7.5) güvenerek komedi olduğu iddia edilen Forgetting Sarah Marshall'la başladık.. Jason Segel kurtaramamış.. Russell Brand'ın saçma absürd rolü de olmasa (ki filmin vasatlığından bana komik gelmiş de olabilir) gülümseyeceğimiz çok az sahne vardı..

ardından da Heath Ledger'ın Candy'sini izledik.. aslında ben filme başlarken film hakkında hiç birşey bilmiyordum, hatta H.Ledger'in Candy diye bir filmi olduğunu bile bilmiyordum.. herkese tavsiye edebileceğim bir film değil.. ama görsel anlamda bence çok başarılıydı.. filmin her sahnesi öznle yaratılmış fotoğraf kareleri gibiydi.. renkler aydınlık, duygular karanlıktı.. belki aşkın aydınlığı izbe evlerin odalarını aydınlık odalar haline getirmişti.. hatta filmdeki kahramanların şehirdışına taşındıktan sonra Dan'in evin çatısına ışık girsin diye açtığı delik de bunun bir ispatı gibi.. aşkları kararıyordu çünkü gitgide.. neyse.. daha çok ayrıntı vermeyeyim.. biraz fikir sadece.. üç bölümden oluşan bir aşk hikayesi diyeyim o zaman.. heaven.. earth.. hell.. tabii filmin merkezinde duran ağır uyuşturucudan da bahsetmeden edemiyeceğim.. filmden yaklaşık 2 sene kadar sonra H.Ledger'ın aşırı dozdan ölmüş olduğu gerçeği filmin izleyen üzerinde yaptığı etkiyi, belki normalden fazla arttırıyor.. karar sizin..

bunun dışında evimdeki çiçeklerin topraklarını havalandırıp değiştirdim ve sanırım sonsuza kadar yaşamak istediğime karar verdim bu haftasonu.. tam da bir haftasonunda alınacak karar değil mi?? neyse.. anlatırım sonra.. belki..

21.05.2009

tembellik ömürboyu

çok zamandır yazamıyorum biliyorum.. başlığa bakıp da sefada olduğumu düşünmeyin ama itiraf ediyorum sefa peşindeyim.. her daim takipteyim..

zaten allak bullak olan bünyem, yazın da etkisiyle iyice kendini bilmez oldu..

yazmadığım süre içinde; pek film izlemedim.. ama birsürü film indirdim.. bir tek Lost'u bitirdim.. annemi İstanbul'a davet edip onunla bol bol gezdim.. akşamları dışarı çıktım.. yeni yeni dinlediğim birşeyler yok.. pazar akşamları hala sıkılıyorum.. ve çok gürültü yapıp az konuşuyorum.. yoksa bu böğrümdeki (doğru noktayı tarif eden en uygun kelime buymuş..) baskıyı başka türlü açıklayamam sanırım..

ezberlenmiş işler için nasıl oluyor da bu kadar zaman harcamam gerekiyor hergün diye hayretler içinde kalıyorum..

rutine oturtamadığım ihtiyaçlarım ise devamlı kızgınlık çekmemin sebebi..

şu teknedeki adamın da hayatında kim bilir ne zorluklar ne rezillikler vardır ama ben şimdi onun yerinde olabilmek için neler vermezdim..

sahici kitaplardan sıkıldım.. hele bir de Açlık'ı (Knut Hamsun) okudum ki, yaz sıcağında havale geçirmemek için tutunacak hiçbişeyim yoktu.. çabuk bitti de bir derin nefes aldım.. (yok yok kötü demiyorum.. çok sahi diyorum.. anlatırım sonra..) şimdi kendimi sahici olmayan kitaplara verdim.. bayıldığım vampir hikayeleri nasıl da yetişti imdadıma.. (bildiğin aşk hikayesi aslında!!) böyle bayıla bayıla okuyorum.. arkasından bir de Hawkmoon destanını okudum mu.. deymeyin depresyonuma..

resimdeki adama gelince.. o, sabahtan o sahile gider.. yatar.. kalkar.. arasıra sahile çıkar.. sonra müşteri gelince alır tekneye, civar koyları gezdirir.. nazar değmesin civarda biraz da toprağı olduğunu duymuştum..

gelsen de bu bilgisayarın başında dursan.. ben de birazcık uyuklasam, tıngır mıngır.. bir ayağım suda..

12.05.2009

aşktan ve gölgeden

uzun zaman olmuştu Isabel Allende okumayalı..

bir kitapçıda çalışırken (en sevdiğim işlerimden biriydi..) ve bir kitapçıda çalışmaktan kazandığım para ne yazık ki gözümün önünde sıra sıra dizili kitapları satınalamazken ve birçoğunun arka kapak yazılarını ezberlerken.. yaz, o yaz güzeldi sanırım.. işte tam da o yaz tanıştım Isabel Allende ile.. ilk kitap Ruhlar Evi'ydi.. dilim tutulmuş.. şaşkına dönmüştüm.. Allende'nin tarzını övecek ya da hakkında konuşacak değilim.. bana düşmez.. tek söyleyeceğim tutkusunu elle tutulur, gözle görülür bir hale getirebilecek ve bu tutkusunu hissettirebilecek yeteneği beni kendine hayran bırakıyor..

işte o yaz neredeyse bütün kitaplarını, satın alamadığım için, ciltlerini açmadan raflardan alıp okuyup sonra yerine koymuştum.. daha lunawar olmadan önceydi sanırım, luna ismini taşırken Eva Luna karakterinden ölesiye etkilenmiştim..

üzerinde çok zaman geçti.. ben şimdi şimdi yeniden okumak ve sahip olmak istedim kitaplarına.. teker teker almaya başladım.. ilk okuduğum Aşktan ve Gölgeden oldu.. bu kitap okuyup sonra bir kenara bırakıp "yarın okurum" diyebileceğiniz kitaplardan değil.. kapatıp koyduğunuzda içinizi bir huzursuzluk kaplıyor.. bir sayfa daha okumak istiyorsunuz.. kitapta diktatörlük rejimiyle yönetilen Şili'nin içinde bulunduğu durum ve tüm bunların peşinde yolları kesişen iki kişinin hikayesini, son satırına kadar zihninizde canlandırabiliyorsunuz.. Allende ülkede yaşananları birçok bakış açısından nefis bir dille anlatıyor.. kendisinin de Şili eski Cumhurbaşkanı Salvador Allende'nin yeğeni ve meslek hayatına 17 yaşında bir gazeteci olarak başlamış olması, bu hikayeyi kendi yaşadıklarından esinlenerek oluşturduğu fikrini uyandırıyor bende.. kitabı ilk okuduğum zamanın üzerine bir de 1994 de çekilmiş olan filmi izlemiştim.. şimdi yeniden okurken karakterler ete kemiğe büründü zihnimde.. Antonio Banderas, Allende'nin senaryolaştırılmış diğer filmi The House Of The Spirits'de de bir role sahip ama bu filmde başrolde.. Irene rolünde ise Jennifer Connelly oynuyor.. her ne kadar kitapla kıyaslamak istemesem de başarılı denebilecek uyarlamalardan biri.. resim de filmden.. kitap kahramanlarımız kitapta en sevdiğim karakter Rosa ile beraber..

bir de.. daha önce okumuş ve izlemiş olmama rağmen nasıl oldu da kitabın son satırına kadar heyecanlandım anlamadım.. hikayenin sonu belli ama son satırda bir değişiklik olacakmış hissinden kurtulamadım.. olsaydı, heralde yüreğime inerdi..

6.05.2009

let the right one in

festival öncesi aldığım duyumlar.. sonra izleyenlerin yorumları.. iyi zamanı kolladım bunca zamandır izleyebilmek için.. hakkında yazabilmek ise biraz zor gibi..

cepte olan şey, alışılmış vampir filmlerinin çok dışında.. yani pespembe dudaklar, her haliyle güzel saçlar, uzaklara dalan buğulu gözler, kurbanlarını önce kedi fare oyunuyla yoran sonra da öldüren avcı vampirler yok.. hatta eskilerden çıkıp gelen ve vampire haddini bildiren/bildirmeye çalışan "yıllanmış" vampirler de yok.. nerdeyse kan bile yok.. böyle olunca benim gibi bir vampirseverin bütün algıları açılıyor.. tüm bunlar olmadan bu duygu nasıl verilir..

filmin, kendi senaryosunu oluşturan kitabın topraklarında, Isveç'te çekilmiş olması apayrı bir güzellik.. vampirlerin soğuk tenlerine çok uygun karlar altında, gri siyah ve beyaza bürünmüş, şehrin orta sınıf insanların yaşadığı yakasında geçiyor hikaye..

Interview with the Vampire'da karşımıza çıkan hırçın küçük vampir Claudia'dan sonra 12 yaşında bir vampirin maceraları insanda bir tedirginlik uyandırsa da Let the Right One In nefis bir filmdi.. filmi böyleyse acaba kitap nasıldır diye düşünmeden kendimi alamıyorum.. bazı ayrıntıları, bu olaylara gerektiğinden fazla önem verilmesinin önüne geçmek için aslında tam da ortada olmalarına rağmen açıkça vermekten kaçınmış belki yönetmen Tomas Alfredson.. ayrıca küçük Eli rolündeki Lina Leandersson ve Oscar rolündeki Kåre Hedebrant'ın oyunculukları ise muhteşem.. daha ayrıntılı bilgi isteyenler için ötekisinemeda fazlası mevcut..

küçük Eli'nin babasının (!) o gece Eli'nin Oscar'la görüşmesini istememesi ve yine babası hakkındaki bilgi, Eli'nin Oscar'a iki kez sorduğu sorunun ardındaki gerçek.. ve izlemeyenler için yazmaktan kaçındığım diğer birkaç ayrıntı daha..

her ne kadar filmde Eli'nin yaşı bir muamma olsa da aşkın büyüklüğü göz kamaştırıcı.. özellikle Oscar'ın Eli'ye kapıdan giriş izni vermediğinde olanlar karşısında Oscar'ın tepkisi ve son sahnede ki vuruculuk insanı derinden etkiliyor.. ve yine son sahne izleyeni film bittikten sonra yazılar akarken bir süre durup gelecekte olacaklar hakkında buruk bir üzüntüye teşvik ediyor..

Let the Right One In vampir hikayeleri sevenlerin dışında Avrupa sinemasını sevenlerin, dram ve aşk filmi izlemekten hoşlananların da mutlaka görmesi gereken bir film..

4.05.2009

flight 666

09 mayısta sadece bir günlüğüne belli birkaç sinemada (bu linkten gösterim yapılacak sinemaları görebilirsiniz..) gösterilecek olan Iron Maiden: Flight 666 adlı belgesel filmi izleme şansım oldu geçtiğimiz hafta.. İstinye Park AFM de ufak bir kokteylin ardından gala gösterimi yapıldı..

daha önce nefis 2 adet rock belgeseline imza atan Sam Dunn ve  Scot McFayden in eseri olan belgeselde Bruce Dickinson'un pilotluğunu yaptığı, 45 günlük ve 23 konserlik Somwhere Back In Time Tour'dan nefis sahneler izleyebiliyorsunuz..

farklı ülkelerde, farklı kültürler tarafından, her seferinde coşkuyla karşılanan grubun hayranlarıyla olan röportajlar ve konser öncesi görüntüleri benim en çok ilgimi çeken kısım oldu.. Malezya'dan, Avusturalya'ya, Şili'den Arjantina'ya, Japonya'dan Kolombiya'ya kadar birçok ülkeyi gezdiler; bazı ülkelerin haberlerinde "satanik" olarak nitelendirildiler, bazı ülkelerde gençler konsere girebilmek için aramadan geçerken ayakkabılarını bile çıkarmak zorunda kaldı..sonuç her seferinde muhteşemdi..

grup elemanlarıyla, sahne arkasında çalışanlarla birçok söyleşi yapıldı..en çok da Dickinson ile.. sahnede gözlerinden yayılan ateş bu söyleşilerde yerini bilgeliğe bırakıyordu sanki.. (tamamen hayranlığımdan uyduruyor da olabilirim tabi..)

filmde akla kazınan bir çok sahne var.. Nicko McBrain'ın bageti ellerinde ağlayan grup fanı.. vücuduna onlarca Maiden dövmesi yaptırmış bir başka fan.. hepsi çok etkileyiciydi.. ben ise en çok Japonya konseri öncesi sahne arkasında Adrian Smith'i doğaçlama blues çalarken görmekten keyiflendim..

bir de film boyunca düşünmeden edemedim.. bu kadar insan (tüm konserlere giden fanların toplamından bahsediyorum..) bu kadar istekli ve ısrarcı ve kalpten inanarak bir araya gelse.. ve dünyanın yörüngesini değiştirmeyi istese.. sanırım olurdu..

30.04.2009

The Darjeeling Limited

kaç zamandır Igor'dan bahsetmek istiyorum aslında ama elim gitmiyor nedense bir türlü..

haftasonu, geçen sene festivalde izlediğim The Darjeeling Limited'i tekrar izlemek istedim.. hem kendim için hem de filmi kaçırmış olan sevgilim için..

sinemada izlerken de çok keyif almıştım ama ne yalan söyliyim ben sinemaya gitmeyi sadece festivallerde seviyorum.. bir filmi ilk izleyenlerden olabilme ayrıcalığı bana sinemaya katlanma gücü veriyor.. bir kere normalde çok az sigara içen biri olarak, keyifli bir film izlerken illa ki elim sigaraya gidiyor.. ve işte benzer bir sürü sebep..

neyse, filme döneyim..

Wes Anderson'un filmlerinde (senayoda Anderson'a Roman Copolla eşlik etmiş..) birbiriyle gözgöze geldiklerinde o bakışlarda sırlar, yaşanmışlıklar, nefret taşıyan birçok karakter vardır.. ya da birbiriyle gözgöze gelmemeye çalışan.. bu filmde de birbiriyle uzun süredir görüşmeyen üç kardeşin bir bakıma "ruhani" yolculuğu anlatılmış.. Francis, geçirdiği ölümcül bir kazadan sonra üç kardeşi bir araya getirmek için Hindistan'da uzun bir tren yolculuğu organize etmiş.. tabii filmde kondiktöründen, yolcusuna kadar herkes şahsına münhasır kişiler.. ilk sahneden üç kardeşin de bir birlerine katlanabilmek için gösterdikleri büyük çaba had safhada.. bitmeyen baş ağrıları için yarım saatte bir yutulan ağrı kesiciler.. şuruplar..  daha en başından bu üç kişinin bir araya gelmesinin ne büyük bir hata olduğunun göstergesi.. zaman ilerledikçe kardeşler hakkında ayrıntılı bilgiler aldığımız gibi, kendi aralarındaki ilişki de kör topal bir seviyeye gelmeye başlıyor.. ta ki her saniyesi planlanmış yolculuklarında işler plan dışına çıkana değin..

filmde ısrarla dikkatimi çeken bir şey vardı; JLW armalı, ölen babalarına ait olduğunu bildiğimiz valizlerin sahne sahne bir azalıp bir çoğalması.. ama "bu kadarı kadı kızında da olur" mantığıyla üzerinde düşünmeden geçmem aslında pek de akıllıca değilmiş.. (filmi izlemeyenlerin buradan, paragrafın sonuna kadar olan kısmı okumamalarını öneririm..) "benbilmiyorumsanki"nin sözlükte konuyla ilgili yaptığı yorum çok da şık olmuş.. kısaca üzerlerinde ölen babalarının baş harflerinin olduğu valiz takımı Whitman'ların babalarını temsil etmekte ve o valizlerden kurtulmadıkça yollarına devam etmeleri mümkün olamamaktadır..

filmi izlemeden önce yine Wes Adndersen'dan Hotel Chevalier adlı kısa filmi izlemekte fayda var.. (Youtube dahil bir çok yerde var, Türkçe altyazılısı var mı bilemiyorum.. o nu bulmak da size kalmılş..) "Natalie Portman neden bu filmde sadece 3 saniyeliğine gözüktü" sorusundan kurtulmak ayrıca Jack hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilmekve de parfüm şişesinin ve telefonların sırrını çözebilmek için..

ayrıca bir de  Bill Murray ve sweet lime..

tam da bu bahar ayları filmi izlemek için on numara zaman diye düşünüyorum.. yaza girerken biraz yenilenmekten ve sıcak yerlerden bahseden bir film, ertesi gün daha keyifli uyanmanıza yardımcı olabilir.. etkisinin ne kadar süreceği size kalmış..

24.04.2009

Deep Restaurant

geçenlerde bir yazıda demiştim ya değişiklikleri sevmem.. yıllardır yemeğimi aynı restaurantta yerim diye.. (tabii istisnalar var.. ama bahsedeceğim yer beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı..) madem böyle dedim.. bahsetmek farz oldu..

bir önceki seneyi hatırlamıyorum ama geçen sene 23 Nisan bana yaramıştı.. bisiklet tepesinde güzel bir gün geçirmiştim.. bu sene de evde bilgisayar başında pineklerken, kuzenim dedi ki.. hadi Taksime gel, sana Deep'te yemek ısmarlayayım..

süper bir teklif..

Deep Restaurant'a kaç senedir gidiyoruz bilmiyorum ama kuzenler olarak bizim için Taksim'de düşünmeden gidilecek tek yer.. sanıyorum hayatımızda 8-9 senelik geçmişi var.. aynı restaurantta aynı yemeği yiyen psikopat italyan tetikçiler gibiyiz..her gittiğimizde ezberlediğimiz menüyü baştan sona okur, sonra da birbirimize "sen ne yiyeceksin" diye sormaya başlarız..

Deep, tahta sandalye masaları ve mavi beyaz ekoseli örtüleri ile benim için herzaman en güzel dekorasyon ödülüne adaydır.. masalarda denizci fenerleri, duvarlarda denizcilikle ilgili binbir obje ve resim vardır.. genelde sakin müzikler çalar.. bazen fransızca bişiler.. bazen tribal bişiler.. küçük bir mekan olmasına rağmen masalar sıkışık ve küçücük değildir.. yemeğiniz bitse de kimse gözünüzün içine "ne zaman kalkacaksınız" der gibi bakmaz.. hesap geldiğinde de hiçbir süprizle karşılaşmassınız..

benim favori yemeklerim.. en başta.. "çıtır tavuk salata".. salata deyip geçmeyin.. oldukça doyurucudur.. "iki katlı kaşarlı schnitzel" efsane gibidir.. hatta yediğim en güzel fish&chips de Deep'te yapılır.. sosu muhteşemdir.. meraklısına bir çok restaurantta karşılaşamayacağı kadar seçenekte sosis de var.. resimde gördüğünüz "ızgara sebze ve pesto sos ile hazırlanmış tavuklu wrap".. yemekler kocaman tabaklarda ve ya kızarmış patates ya da haşlanmış sebze ile servis yapılır.. her zaman için yiyebileceğinizden fazlası vardır.. ve içecek konusunda ise.. meşrubatların ve kahvelerin yanında yaklaşık beş çeşit bira ve en az on çeşit şarap seçeneği mevcut..

Deep'e gitmek için, İstiklal Caddesinde sağda 2. araya (AkSanat'ın sokağı) giriyorsunuz.. 50 metre sonra o sokak dörtyol ağzı oluyor.. sol karşı köşede Deep mavi beyaz örtülü masalarıyla sizi bekliyor.. (yazın kapısının önündeki küçük bahçede de oturabiliyorsunuz..)

açık adres ise.. Kurabiye Sk. No:2

212-243 44 83

16.04.2009

bazen ben anlamıyorum

Garanti Bankası yaklaşık 1 ay kadar önce "ekonomik canlandırma paketi"ni piyasaya sürdü.. banka söylemlerine alışığız zaten.. ama bu sefer evlenen, tatile çıkan çiftler, yurtdışında eğitime giden gençler yerine daha farklı bir yol denediler.. ekonomik kriz içerisindeki bir ülkenin, memleketimizde pek sevilen başkanının bir benzerine "ah keşke bu banka bizde olsaydı" yakarışıyla o malum ifadeyi takındırdılar.. sırf bu reklam için A bankasından kredi almak varken Garanti Banka'sından kredi almaya karar veren var mı bilemiyorum ama reklam panoları canımı sıkıyor.. "Garanti yeşili" tonda hafif eğik başını göğe kaldırmış malum başkanın yeşermiş hali tüm durakları süsler oldu.. adım başı o bakış.. derken banka geçtiğimiz günlerde faiz oranını %0,98 e düşürdü ve işte gene o adam.. adım başı.. "Garanti yeşili".. onunla gözgöze geldiğim kadar kimseyle göz göze gelmiyorum son günlerde..

bir de üzerine MediaCat Nisan sayısında malum kişiyi kapağa taşıdı.. kapakta olması değil canımı sıkan.. kapattaki tasarım.. MediaCat'ın açıklamasına göre durum şu; Mustafa Kemal Atatürk nasıl liderliği ile Türk Milleti'ni ayağa kaldırarak ileriye taşıdıysa, Obama'nın da aynı şeyi Amerikalılar için yaptığını vurgulayan tasarım sanatçımız, yenilikçilik ve yol göstericilik bakımından Obama'nın da Atatürk'ün yolunu izlediğini bu kapakla anlatmak istiyor.. beni rahatsız ediyor bu görüntü.. canımı sıkıyor.. iğreti oluyorum.. elimde değil..

sizi bilmiyorum ama ben bu haberleri okurken utanıp kızarıyorum..

14.04.2009

aynı amaç için bir araya gelebilmek..

değişiklikleri pek sevmem..

yıllardır biramı aynı yerlerde içer, yemeğimi aynı restaurantta yerim.. çok beğendiğim bir pantolon görürsem, iki farklı renk alırım.. istisnalar dışında kalabalıktan pek hoşlanmam.. o yüzden çok iyi tanıdığım kişiler değilse program yapmaya niyetlendiklerim, ya hiç konuşmam ya da katılmam..

geçtiğimiz hafta çalıştığım şirkette (hele şirketçe toplaşıp yapılan organizasyonları hep iki kere düşünürüm..) fotoğraf çekmeyi seven bir grup, cuma günü için izin alıp, fotoğraf çekmeye karar vermişler..

beni de davet ettiler.. gitmeye karar verdim..

sabah 07:00 de Sarıyer'de buluşup, 7 kişi kendimizi yollara vurduk.. Rumeli Feneri Köyü, Demirci Köy, Kilyos, Gümüşdere derken günün nasıl geçtiğini anlamadık.. Kilyosta balık yedik, bira içtik.. yukarıdaki resim, Gümüşdere'de yol kenarında emekli bir karı kocanın nefis eğlencesi olan bir çiçek bahçesinden..

umarım yine gideriz..

8.04.2009

twilight ve aklı karışık insanın fikir atlamaları

birönceki akşam izledik Twilight'ı.. önce kitabı mı okusaydım.. ama kör gözüme parmak şeklinde ortalıkta bir vampir filmi dönerken kitaba kadar beklemek zor olurdu heralde.. zaten sipariş vereceksin.. gelecek.. zaman bulacaksın.. iyisi mi izliyeyim gitsin.. hem ötekisinema'da okuduğum şu yazının üzerine iyiden iyiye merakımı cezbetti..

film kendi adıma bir vampir filmi olarak oldukça başarısız ancak bir aşk filmi olarak çok şık idi.. hatta James de olmasaydı vampir filmi olduğunu anlamayıp zavallı Edward'ı kronik kansızlık çeken bir  anti-kahraman olarak da tanımlayabilirdim.. neyse ki James vardı da biraz kan gördük 120 dakikalık vampir filminde.. (bizde öyle.. kan çıkmadan para yok..) madem vampirsin..

ama sonsuz aşklar, kaotik ilişkiler, iki aşık yüzünden lanetlenmiş şehirler, kader, havada kara bir bulut gibi asılı duran hüzün, kılıçtan keskin yasalar, hazin ölümler.. ve yine kader.. beni benden alır.. etkiler.. günlerce çıkamam kabuğumdan.. mesela Romeo&Juliet'i kaç kez izlediğim konusunda bir tahminde bulunabilirim ama The Crow konusunda tahminden bile acizim.. ve hatta bir kitabın içinde gezinmek mümkün olsaydı, sanırım ilk tercihim Melnibone'lu Elric le beraber Kaos'a ve kadere karşı savaşabilmek olurdu.. tabii Twilight tüm bunlarla tanımlanamasa da nefis bir aşk hikayesini canlandırmayı başarmış Bella ve Edward ile.. birbirlerinden ayrı olamayacaklarını, ayrılığın ikisine de ölüm getireceği o kadar güzel anlatılmış ki.. çok içlendim izlerken.. filmin 120 dakika olması da ayrıca bir güzel durum.. sindire sindire izledim.. normalde film bittikten sonra bir burukluk hissetmem gerekirdi ama o kadar kapanmamış konu kalmış ki.. kısa zamanda devam filmlerini bekliyoruz sabırsızlıkla..

tabii zihin bu.. film bittikten sonra bazı düşünceler kafamda döndü durdu.. vampir hikayelerine hayranlığıma rağmen rüyamda gördüğüm vampirin hiç de bu hikayelerdeki adamlara benzemeyen, gayet sokakta görebileceğimiz vatandaş tipinde olması ve üstelik ben onu farkedince bulunduğum binanın 2. katından hiç düşünmeden atlamam.. koşup koşup kaçamamam.. oysa ki liquid dream derslerime biraz daha vakit ayırabilseydim, şimdiye çoktan vampirdim ben de..

ya da eğer vampir hikayeleri Avrupa'nın karanlık ortaçağ hikayelerine hapsolmasaydı da bizim de vampir efsanelerimiz olsaydı.. acaba Marcus, Lestat, Edward gibi isimlerin yerlerini alacak isimler ne olurdu merakı..

sonra bir de Vampir Müberra.. Cenk Eroğlu..

biliyorum..

bitti..

6.04.2009

bir kurda garantili delilik

benim gibi zahmet edip üç kur birden almanıza gerek yok.. zira kendileri bir kurda en sabırlı taşı bile çatlatabilir kapasiteye sahipler..

adres uzunca bir zaman önce bahsettiğim şu ingilizce kursu..

27 kasımda kayıt yaptırdım ve "en geç iki haftaya" kadar başlayacağı söylemelerine rağmen, bu sene nasıl olduysa (çünkü diğer senelerde farklı tarihlerde oluyor, öngörememeleri gayet normal..) yılbaşı ve christmas arka arkaya denk düşüp, kursun başlama tarihini 19 ocak'a kadar erteledi..

19 ocakta sınıfım açıldı..

kayıt yaptırırken ilk sorduğumuz sorulardan biri olan "Hintli eğitmen yok değil mi?" sorusuna yanıt olarak aldığımız "kesinlikle hayır" idi ama "kesinlikle hayır"ın anlamını biz yanlış biliyor olacağız ki, eğitmenimiz sınıfa girdiğinde ve Hintli olduğunu söylediğinde gerçekten çok şaşırdık..

10 günlük itirazlar sonunda eğitmenimiz değişti..

13 martta aldığım kur sonuçlandığında eğitmenimizle konuşup 23 martı bir üst kur başlangıcı olarak kararlaştırdık..

tarihi kesinleştirmek için 13 marttan önceki hafta ve sonraki diğer haftalar kursu aradığımda aldığım yanıt ise (bazen kibarca bazen de azarlarcasına) hep bir sonraki hafta başlayacağı idi.. aynı geçtiğimiz hafta yeni kurun 06 nisanda başlayacağını söyledikleri gibi..

gelelim bugüne.. bugün 06 nisan ve ben kursumun 13 nisana ertelendiğini öğrendim..

27 kasımdan 13 nisana kadar geçen sürede üstün bir performansla ancak sekiz haftalık bir eğitim almayı başarabildim..

gelelim satır aralarına..

bunca zaman boş boş kur tarihini ertelemelerini beklemedim tabii ki..

daha kursa başalmadan önce kaydımı iptal ettirmek istedim, buna hakkım olmadığını öğrendim.. verdiğim peşin parayı çoktan harcamışlardı herhalde..

sözleşmemi görmek istedim, göstermemek için ellerinden geleni yapıp bana kopyası olduğundan bile emin olamayacağım boş bir sözleşme örneği gösterdiler.. bu sözleşmeye göre ölmediğim ya da sakat kalmadığım sürece paramı geri almam mümkün değil.. memnuniyetsizlik gibi bir hakkım yok yani..

yeni sınıf açmakta geç kalmalarının sebebini ise boş sınıfları olmamasına bağlıyorlar ama İstanbul'da yaşayan herkes, tüm metro çıkışlarında ve alışveriş merkezlerinde hatta sokaklarda English Time'ın kendini pazarlamaya devam ettiğini bilir..

ben hızlandırılmış şekilde ingilizce öğrenmek isteyen biri olarak, çalıştığım halde hafta içi 5 gün akşamları kursa gitmeyi göze almıştım.. kurları alırken konuştuğum English Time yetkilisi bayan en geç haziran gibi kursumun biteceğini söylerken bugün artık bunun mümkün olmadığını hatırlattığım English Time yetkilisi bayan ise son kuru almayıp, yazdan sonra almam önerisinde bulundu bana.. çünkü başlayacak kurumun ne zaman biteceği konusunda ne yazık ki hiç bir fikri yok.. çünkü hala kurumun 16 nisanda başlayacağı kesinleşemedi.. madem taahüt ettiğiniz tarihte kurs bitmeyecek, neden ben kendimi bu kadar yoruyorum değil mi?

oysa ki yaz için orta seviyede ingilzce öğrenmek ve yaz sonunda başka bir kursa başlama hayalim vardı..

şimdi ise sıfırın altında bir moralle, ne yapmam gerektiğini söylemelerini bekliyorum..

1.04.2009

jane birkin



sesi suyun üzerinde asılı kalan kadın..

Jane Birkin..

21 nisan'da İstanbul'da olacak..

kırmızı şarap sesli kadın..

izleyebilmek.. dinleyebilmek büyük şans olacak o gece orda olabilecekler için..

ben..

bilemiyorum..

umarım..

gidersem..

çok güzel anlatırım..

27.03.2009

mamma mia

filmin afişi, filmin fragmanı, hakkında yazılanlar filmin ne kadar eğlenceli olduğunu ne yazık ki anlatmaya yetmiyor.. tabii benim anlattıklarım da yetmeyecek..

biraz film hakkındaki yorumlara baktım.. genelde çok beğenip eğlenenler var benim gibi.. bir de filmde boşluklar olduğunu (göz doldurucu bir müzikal olmasaydı benim de takılıp keyfimin kaçacağını düşündüğüm  boşluklar..) ve de saçma bir konu olduğunu düşünenler olmuş..

Pierce Brosnan'ı neredeyse ilk kez hayranlıkla izledim.. James Bond'un Sean Connery ile tarihe karıştığını düşünen ben, o bir kaşı her daim kalkık adamı hiç mi hiç hazetmezdim.. ta ki bu filmde kırışmış cildiyle yakın çekimlere müsade edip, elleri ceplerinde sesini son gücüne kadar zorlayıp şarkılar söylerken görene kadar..

Stellan Skarsgard ise nedendir bilmem, Taking Sides filmiyle öyle bir zihnime kazınmış ki.. Onu hep mutsuz göreceğim zannediyordum.. filmde izledikten sonra aklımdaki Stellan imajı sisler arasında silikleşti..

Meryl Streep'in yakın arkadaşı Tanya rolünde izlediğimiz Christine Baranski ise en hayretle izlediğim karakterlerden biriydi filmde.. Wikipedia'ya göre 56 yaşında olan bu muhteşem kadının hem görüntüsü, hem dansları bence filme nefis bir tat katmış..

en sona tabii ki Meryl Streep'i bıraktım.. nefis bir hanımefendi olan Meryl Streep filmde Donna rolünde pasaklı saçları, daimi telaşlı haliyle, kızını babasız büyütmüş ve 20 yaşındaki kızını evlendirmek üzere olan bir anneyi canlandırıyor.. Meryl Streep'i yalnız başına izlemek bile benim için çok büyük bir keyifti..

özellikle Sam (Pierce Brosnan) ve Donna (Meryl Streep) düeti olan S.O.S bence çok çok güzel olmuş.. tabii onun dışında şarkı söylerken denize atlayanlar, denizden karaya çıkıp şarkı söyleyenler.. ortalık cıvıl cıvıldı..

Donna'nın bir Yunan adasında kurduğu oteli ve ada da filme nefis bir hava katmış.. söylemeden edemeyeceğim, adanın bir çok yeri benim sevgili Vadi'me benziyordu, içim bir parça da buruktu bu yüzden..

23.03.2009

uzman avı

TV 8 de Uzman Avı vardı.. Defne Joy'un sunduğu.. izlemekten hoşlandığım sayılı yarışmalardan..

her izleyişimde kendi kendime düşünürdüm, birgün yolda karşılaşsak ve bana da teklifte bulunsa.. oynar mıydım.. oynasam uzmanlık alanı olarak ne seçerdim..

sınırsız lüzumsuz işin içinde "ben bu konuda çok iyiyim" diyebileceğim bir konu yokmuş gibi gelirdi bana ve biraz sıkılırdım.. (şimdi de öyle geliyor tabii ama yarışma artık yayında olmadığı için daha az düşünüyorum..)

mesela demek isterdim ki..

bahçecilik hakkında herşeyi biliyorum.. Müjde Ar hakkında da.. Halil Cibran, Jack Kerouac veya beat kuşağı hakkında.. mezeler ya da Afrika hakkında da.. viski nasıl yapılır, bir Çinli bir Japondan nasıl ayrılır..

şık olurdu.. kendimi çok iyi hissederdim.. şimdi çok emin değilim..

** kendi "yol"unu yürümüş adam Jack Kerouac resmi olsun bu yazıda istedim.. saygıyla..

8.03.2009

adana



Adana yolculuğundan bir kare..

aklımda birşeyler var ama.. biraz tembelim..

3.03.2009

Lindt hakkında bilmediklerim..

uçma fikrinden hoşlanmam.. üç kez uçağa binmişliğim vardı ama hepsi ayrı felaket..

geçtiğimiz haftasonu uzun süredir görmediğim bir arkadaşımın doğum yapması üzerine Adana'ya gitmeye karar verdim.. cumartesi sabah erken gidip pazar akşam dönecektim.. üstelik bu ilk kez uçağa yanımda tanıdığım birileri olmadan binme deneyimim olcaktı..  aklımda birsürü dehşet sahnesi, cumartesi sabaha karşı havaalanı yolunu tuttum.. Sabiha Göçen Havalimanı terkedilmiş bir yer gibiydi.. sabahın o saatinde soğuğu iliklerimde hissedip bir de "bu kadar saat ben burda ne yapacağım" diye kara kara düşünürken bir mağazanın çikolata reyonu gözüme ilişti.. çikolata konusunda derin bilgim yoktur.. Lindt'in binbir çeşit ürününün bulunduğu standla karşı karşıya kalınca kendimi çaresiz hissettim.. uzun uzun inceledikten sonra gözüme Exellence Chili ilişti.. bir arkadaşımın evinde tesadüfen yediğim Magnum Praline Hot Chili geldi hemen aklıma.. siyah çikolatayı ağzımda erittikten sonra yayılan hafif acı beni gerçekten çok etkilemişti.. benzer bir tat yakalama umuduyla kocaman bir paket aldım..

sonrası mı..

iyilik güzellik..

nefis bir uçuş.. nefis bir tat.. hem de.. Magnum'dan kat kat güzel ve akılda kalıcı..


26.02.2009

pansumanlık durumlar

Mirkelam'ın Asuman Pansuman adındaki şarkısıyla ilgili bu bilgiyi ilk duyduğumda acaip hoşuma gitmişti.. yani şarkıyı değil de.. hakkındaki bilgi.. böyle şeyler hep ilgimi çekmiştir.. hani diğerlerinin "lüzumsuz" bilgi olarak gördüğü şeyler.. bu konuda şanslıyım çünkü sevgilimden arkadaşlarıma.. herkes ayrı bir konuda uzman..

gelelim asıl konuya.. Mirkelam bu konuda herhangi birşeyler söylemişmiydi bilemiyorum.. takipçisi değilim.. ama 28 Nisan 2007 tarihli Sosyomat etiketinde araştırmacı bilgi küpü arkadaşım momovakit bu konuda beni bilgilendirmişti.. şarkının tüm sözlerini yazasım yok burda ama şarkıda geçen üç kelime grubu aslında 80'ler erotik Türk sinemasından alıntı..

İşte Kapı İşte Sapı; Yavuz Figenli'den 1975 yapımı erotik bir film..

Kartal Pendik Gittik Geldik; Kemal Kan'dan 1976 yapımı erotik bir film..

Kıvrıl Fakat Kırılma; Çetin İnanç'tan 1976 yapımı bir erotik film..

Hazır bunlardan bahsetmişken, Kabalcıdan 2002'de çıkan Erotik Türk Sineması adlı mini ansiklopediyi de burda anmadan geçmiyeyim dedim.. Meraklısına..

15.02.2009

eve dönüş

aslında müzik hakkında yazmak beni biraz tedirgin ediyor.. bir albüm, bir şarkı, bir müzisyen hakkında birşeyler söyleme kalktığımda doğru kelimeleri bulamıyorum bir türlü.. onların hakkında konuşmak haddim değilmiş gibi geliyor.. iki nota basamayan, sesi kargadan hallice olan ben nasıl olur da tüm duygularını ortaya dökecek kadar cesaretli insanlar karşısında "ı ıh.. olmamış.." diyebilirim ki..

bi yerden başlamak lazım ama.. madem bu kadar hayatımın içinde müzik.. iki kelimeyi biraraya getirebilmeli..

son aylarda mp3 çalarımda sıksık dinlediğim biri Edwyn Collins.. aslında "A Girl Like You" dışında hakkında birşey bilmediğim bir adamdı Roll'da yeni albüm haberini alana kadar.. haberin içeriği beni öyle etkiledi ki.. albümünü indirip mp3 çalarıma yükledim.. sonra da eski olanları..

Edwyn Collins 2005 şubat ayında birgün evinde bir beyin kanaması geçirip hastaneye kaldırılmış.. 2 ameliyat ve sonra birgün kendine gelmiş.. yazılanlara göre bildiği herşeyi unutmuş.. yürümeyi, konuşmayı, okumayı, yazmayı, gitar çalmayı.. herşeyi yeniden öğrenmek zorunda kalmış.. 7. solo albümü olan Home Again çıktığında hala gitar çalmayı öğreniyormuş.. Home Again'in birçok şeyi aslında Collins hastalanmadan önce hazırmış.. fakat bitişi Collins iyileştikten sonra gerçekleşmiş.. ama sanki tümden bir miladı var gibi albümün.. aynı mp3 çalarda eski albümleri ve yeni albümleri bir arada dinlerken Home Again tarz olarak eski parçalarından hemen ayrılabiliyor.. biraz daha sakin, biraz daha görmüş geçirmiş.. biraz daha ağır.. hit şarkıları olan değil de baştan sona sıkılmadan dinlenebilecek bir albüm..

A Girl Like You eski albümlerini arayıp bulmama sebebiyet vermemişti ama Home Again daha büyük bir etkiye sahip.. Home Again'deki parçaları tek tek ayırmak mümkün değil.. tabii eski albümlerinden Out of This World ya da The Campaign For Real Rock da dinlemeye doyamayacağım şarkılardan..

** The Campaign For Real Rock bende Gravedigger'a benzer bir etki yaptı.. onun gibi değil ama ona benzer.. başka zaman anlatırım..

12.02.2009

derya büfe

haftasonu ben yine evimin arkabahçesi bellediğim Eminönü'ndeydim.. bir arkadaşımla sabahtan buluşup ortalık kalabalıklaşmadan alışveriş yapalı istedik.. aklıma hemen Derya Büfe geldi.. kahvaltıyı orda yapmaya karar verdik.. bi kere az yağmurlu, ferah bir gündü.. biraz erken gidip Karaköy'de birkaç fotoğraf çektim, sonra da arkadaşımla buluşup Derya Büfe'ye gittik..

Derya Büfe, Karaköy'de Galata Köprüsü'nü karşınıza aldığınızda, sol tarafta, deniz kıyısında kalan restaurantların arasında kalıyor.. onlara göre daha bir esnaf lokantası görünümü var.. ızgara balık ve döner de yapıyor ama ben menemen yemeyi seviyorum orda.. temizlik ve hijyen konusunda ya da kusursuz servis konusunda söyleyeceğim pek bişi yok.. ama menemen tüm bunlara değer.. sade, kaşarlı ya da karışık (kaşar ve sucuk) yiyebiliyorsunuz.. hem de yumurtadan yumurta parası alıyorlar.. biz iki kişi 11 Lira hesap ödedik.. az sonra başlayacak ve saatler sürecek Eminönü turumuz için iyi bir yakıt oldu..

10.02.2009

melül bakışlı yaban koyununun bununla ne ilgisi var?

uzun zamandır hafif bir kitap okumanın hasretini çekiyorum.. Rilke, hayatının eziyetini, günlerce sırt çantamda çektikten sonra daha hafif bişeyler okuma hasretiyle yanan ben Yaban Koyununun İzinde'yi elime aldım.. bir kere Yukio Mişima (o da sadece bir kitap) dan başka Japon bir yazar okumadığım için ayrı bir merakım da vardı..

kitap güzeldi.. güzeldiden öte kaymak gibiydi.. birsürü ayrıntısı olan ama sıkıcı olmayan, hani bir oturuşta bitiriliverecek kitaplardan.. hikaye; sırtında yıldızı bulunan bir koyun ve onun peşinden yollara düşen genç bir adamın etrafında gelişiyor..

benim kitapla ilgili tek sıkıntım; kapağında alnının orta yerinde kırmızı bir yıldız olan koyun resmi..

bana, bu kitabın kapağından çok komünist bir yayının kapağı olmaya adaymış gibi geldi.. zaten konumuz olan koyunun yıldızı ne kırmızı, ne de alnının orta yerinde.. merak edip internette aradığımda, sol butunda ya da sırtında yıldız olan değişik koyun resimleri olan kapak tasarımlarıyla karşılaştım ama alnının orta yerine yakın (tam ortalanamamış) ve gayet eğreti duran kırmızı yıldızlı bir koyun resmiyle karşılaşmadım.. ayrıca konunun da bu resmi çağrıştıracak hiç bir yanı yok.. meraktan, acaba Hakuri Murakami sayın Bahar Giray ın bu tasarımından haberdar mı diye düşünmeden de edemedim..

6.02.2009

zihin açar..

olacak iş değil..

nutella'nın 5 kilogramlık kavanozları satılmaya başlanmış memleketimde..

görseller işyerine bomba gibi düştü.. görseller diyorum, çünkü kimse görmeden inanmaz biliyorum..

"abi nutellanın 5 kilogramlık kavanozu çıkmış"

"yaa di mi, iski çeşmeden su diye nutella akıtacakmış.."

forward mailler mailboxları doldurdu..

sorduk araştırdık.. şimdilik metro cash&carry'lerde.. başka da biryede satılmaz muhtemelen.. ama en azından adres belli..

**şimdi güzel bir pandispanya yapsak.. ikiye kesip, arasına bol nutella, bol çilek, bol muz ve kırılmış fındık parçalarını doldursak.. sonra da üzerini bolll nutellayla kaplasak.. ne güzel waffle olur..

**kardeşi "nutella kavanozu" olmak için evden kaçan ilk abla ben olacağım galiba..

29.01.2009

ben X ve sosyalleşememek

elimde kılıçla sokakta yürümek istediğim çok olmuştur..

kim oldukların bakmadan.. onlar ve ben sadece.. dışımdakilere tahammülde zorlanıyorum bazı zamanlar ve şugünlerde.. hakkında yazmak istediğim başka şeyler vardı ama durum Ben X'i icap ettirdi.. bazı sahneleri gözlerim dolarak, bazı sahneleri yerimde kıpır kıpır, içimden "hadi.. hadi.. hadi.." diyerek izledim..

aslında hakkında çok yazılıp çizildi ama gene de filmle ilgili kabaca bilgiler şöyle..

*öncelikle bilgisayar oyunlarına bağımlı bir gencin hikayesi değil filmde anlatılan..

*filmde Ben'in oynadığı oyun halen internet üzerinden oynanabiliyor.. ArchLord..

*Nic Balthazar'ın Belçika'da otistik bir gencin intiharından çok etkilenerek kaleme aldığı roman, daha sonra yine onun elinden film olmuş..

*Ben X ismi, Flamanca "Ik beniks" deyiminden geliyor.. anlamı; "ben bir hiçim"

*bunun dışında Belçika'nın 2007 Oscar adayı olmuş.. aldığı ödüller ise burda saymam için fazla.. ama merak edenler için wiki'de hepsi yazıyor..

*ayrıca Greg Timmermans'ın ilk rolü.. ve sanırım artık hep "Ben X" olarak kalacak..

filmde bir de Ben'in ArchLord'da şifacısı (ve gerçek hayatta) olan Scarlite vardı.. onun olduğu sahneler bence çok güzel ve anlamlıydı.. bir kaos içerisinde yaşayan Ben'in belki de gerçek(!) hayata en yakın olduğu sahnelerdi..

filmde beni en etkileyen bölümlerden biri, annesinin bir belgesel havasında anlattıklarıydı.. bir yerde "birisinin ölmesi gerekiyordu" dedi gözyaşları içinde..

bir diğeri ise, Ben'in Scarlite'ın yanında oturduğunda O'na bir bütün olarak değil de (tam da doktorun dediği gibi; ağacı göremez ama yaprakların herbirini tek tek görür..) boynu.. elleri.. gözleri.. parça parça bakmasıydı..

film özellikle o yaştaki çocukların ne kadar acımasız olabildiklerine ve yetişkinlerin de ne kadar yılgın ve kör olabildiklerine dair çok güzel örnekler var.. herkesin bir "ama"sı var.. öylesine tepkisiz ki yetişkinler, doğru olanın ne olduğunu çok iyi bilmelerine rağmen bir boşluğun içine düşmüş ve hiçbir şeye dokunamıyor gibiler.. daha gençler ise kişiliklerini edinmekten ve farklı birer birey olmaktan o kadar uzaklar ki.. zorbaya gülüp arkasında durarak ve hislerini nasırlaştırarak büyüdüklerinde hiç alternatifsiz etraflarındaki büyükleri gibi olmaya adaylar.. ve sonunda.. "birisinin ölmesi gerekiyordu".. gözyaşları içinde..

tamam çok karamsarım, filmi de öyle anlattım ama okuduğum yorumların içinde filmi en kısa ve öz anlatan cümle sözlükten savager'a aitti.. o kadar karamsar değil.. umut var.. ama biraz hareket gerek..

bu film bence de "sağ gösterip sol yanağınıza öpücük konduran bir film"

21.01.2009

kısa kısa



en son iki günde bir yazı girme kararı almıştım ama günler benim için gitgide kısalmaya başladı.. iş denilen şeyin lüzumsuz karmaşası ve boyundan büyük stresi her geçen gün artıp, hakkı olmayan enerjime el koyarken bir de ben kuyruğuma yeni kabaklar bağladım.. artık haftaiçi her akşam, iş çıkışı ingilizce kursuna gidiyorum.. uzun zamandır ertelediğim birşeydi ve uzun zamandır bu kadar büyük bir zaman dilimini sadece "öğrenmek" için ayırmamıştım.. yorgun ve mutluyum.. (her ne kadar kursumdan çok memnun olmasam da, onlar hakkında yazmadan önce, bir şans daha vermeye karar verdim)

bunun dışında güzel filmler izliyorum, notlarını alıyorum, anlatacağım ama bir post ayırmaya kıyamadığım bir film var ki, iki laf etmeden geçemeyeceğim.. Elegy.. hayır, bahsediyorum, çünkü ben yaptım, siz yapmayın diye.. Penelope Cruz'u ezelden sevmem ama o var diye filmi izlememezlik de yapmam.. Volver'i keyiften dörtköşe, yüreğim sıkışarak izlemiştim.. ancak Bandidas'ın açtığı yarayı silmeye hangi rol, hangi endam yeter bilemiyorum.. neyse.. Elegy.. Ben Kingsley varsa, vardır bir numara diyerek kurulduk 4 kişi filmin başına.. sonuç; birbirimizi korkutmak için hala filmin adını kullanıyoruz, büyümüş insanların öcü masalı.. yaşlılık bunalımında, mutsuz olmak için her imkanı değerlendiren bir profesör ve onun genç, güzel, akıllı öğrencisinin iç bayan,  sıkıntıdan takla attıran hikayesi.. bir daha söylüyorum, ben yaptım, siz yapmayın..

bir de..

NTV yayınlarının Tarih dergisini bulmalı, sevmeli, okumalısınız.. bir düredir NTV nin ardı sıra çıkardığı kültür kitaplarından sonra ben reklamlarını görünce çok heyecanlandım açıkçası.. pazartesi günü dergiyi bulup aldım.. şimdi okuyup seviyorum.. klasik "tarih" anlayışının dışında ilginç ve yanlış bilinen konuları içeriyor.. can sıkmayacak bir dili var.. mesela bu ayın ilginç bazı konu başlıkları; yanlış Atatürk, anarşi doğduğu yerde, Obama Beyaz Saray'da, 14 Şubat Sevgililer günü, Hürrem Sultan, Hollywoodlu Turhan Bey, tabiat ananın yeşil savaşçıları.. ayrıca tavanarası, sahaftan, cahillikler tarihi, Anadolu'nun Ustaları, bulmaca gibi bölümleri de var derginin.. benden söylemesi..

iki gün sonra post girebilmek dileğiyle..

14.01.2009

Charlie Bartlett

"gençlik filmleri" denen sektörün emeği olan filmlere her zaman şüpheyle yaklaşırım.. The Breakfast Club dan sonra ilk anda aklıma gelen film kalmamış nerdeyse.. (sevgilime sorsanız o da Goonies der kesin..) büyük bir kısmı belden aşağı ergenlik esprileri yaparken, bir kısmı da trajik eğitim sisteminin bitmeyen öğretmen-öğrenci-aile üçgeninin dışına çıkamadan, belki ufak bir tebessümle bir daha izlenmeyecek ve daha kötüsü hatırlanmayacak filmler arasıda yerlerini alır. .tabii bir de bir grup okulda kalmış ya da biryerlere tatile giden, kötü ruhları ya da vahşi hayvaların oyuncağı olan zavallı bir grup genci ertafında dönen filmler vardır.. ki ezberlenmiş bir sıra bile mevcuttur bu filmlerde.. önce şişko ve gözlüklü, sonra zenci olan diye..

Charlie Bartlett'i izlemeden önce okuduğum bir kaç yorum, filmin tarzında oldukça iyi olduğu yönündeydi.. ama genelde biryerlerden kopyalanıp yapıştırılmış yorumlardı, forumların dışındaki tanıtım yazıları..

film, Charlie Bartlett'ın hayatına bir miktar eylence katmak adına giriştiği yasadışı işler sayesinde özel okuldan atılmasıyla başlıyor.. böylece devlet okulu günleri başlıyor.. Charlie Bartlett okula adım attığı andan itibaren herkes tarafından "farklı" bulunup dışlanıyor.. ta ki birileri ona ihtiyaç duyana kadar..

evlerinin 3. bir üyesi gibi hep civarlarında bulunan bir  psikiyatrist ile yaptığı bir görüşme sonucu, doktorun verdiği ilaçlarla bir miktar "kafa bularak" bu işten para kazanmaya karar verir.. okuldaki bol miktarda "sorunlu" arkadaşı bu durumu oldukça kolaylaştırır..  Charlie amatör bir psikiyatrist olur ve arkadaşlarının dertlerini okul tuvaletinde dinleyip, onlara önerilerde bulunur.. aile doktorlarına arkadaşlarının sorunlarını sanki kendi derdiymiş gibi anlatıp ağır antidepresanlar alarak, bu depresanları para karşılığı sorunlu arkadaşlarına dağıtmaya başlar..

tam da istediği gibi herkesin sevdiği ve ihtiyaç  duyduğu kişi olmuştur..

ta ki Charlie, o arkadaşlarına çok daha farklı bir şekilde yardım edebileceğini farkedene kadar..

Charlie Bartlett baştan sona hem keyifli hem de düşündürücü bir film..  genç oyuncu Anton Yelchin'e eşlik eden Robert Downey Jr ve Hope Davis de bence filmin keyfine keyif katmış..

ergenlik bunalımları, aşk acısı, okul-aile-öğrenci üçgeni trajedisi.. hepsi tam ayarında.. filmin hoş bir havası, güzel renkleri var.. ayrıca insanı rahatsız etmeyen, karmaşadan uzak bir pırıltıya sahip..

yalnız şunu da söylemeden geçemeyeceğm, orjinal ismi "Charlie Bartlett" olan filmin adını "Charlie İş Başında" ya nasıl çevirmişler ve nasıl böyle alakasız bir anımsatma yapmışlar anlayamadım..

10.01.2009

rilke'den yaşam dersleri



yaklaşık 1 asır önce yaşamış ve kendini yazmaya "mecbur" hissetmiş bir adamın tüm hikayelerinin toplandığı kitabı bitireli çok zaman olmadı.. kurguladığı karakterler, mekanlar, durumlar, ölümü içlerinde taşıyorlardı hep.. yaşamla derdi olan binbir karakter, buldukları yollarla (belki) hayatlarını anlamlı kılmaya çalışıyorlardı.. bazıları ise çocuk yaşında sorularının sayısı zirvedeyken tanışıyorlardı ölümle.. (Rilke'nin hep içinde taşıdığı..)

kitaptaki bir hikaye beni diğerlerinden biraz daha fazla etkiledi.. belki kafamı kurcalamaktan vazgeçmeyen sorular yüzünden, belki de anlatmak istediğini çok net olarak anlatmış olmasından..

1875-1926 yıllarında yaşamış bir adamın kendine dert edindiklerinin hala tüm gerçekliğiyle burnumun direğini sızlatması biraz üzücü bir durum sanırım..

"Yaşamda" hikayesinden bir paragraf..

"Bir yaz gününü düşün. Ne kadar da sınırsız görünüyor, öyle değil mi? Ve bu hiçbirşey değil üstelik, çünkü yazın pek çok günü var. Ve biri diğerine benzemez; her biri ayrı, kendi başına bir mucize. Dışarıda ise sayısız mucize var, hepsi de bizler için. Biz oraya bakmazsak, kim bakabilir ki? Biz burada oturmuş, zekice işler yapıyoruz. Rakamlar yazıyoruz. 'Aralık ayı kömür sevkiyatı' yazıyoruz, dışarıda ise yaşam duruyor. 'Sandık vagon no 7815 yazıyoruz, dışarıdaysa mutluluk var."

şimdi biz, hala masamızınn başında.. yaşam dışarda.. "hesap"lar yapıyoruz.. bir gün yaşayacağımız hayatın hesapları..

3.01.2009

kıvanç ocakbaşı - ayvalık

biraz gezmek istiyor canım.. Kabak Koyu depreşti yine son günlerde.. insanın hayatına kıyasla çok küçük bir zaman dilimini geçirdiği yeri "ev"i bellemesi garip belki ama orda kendimi gerçekten iyi hissediyorum..

fotoğraflara bakarken, zamanında siteye koymak ve hakkında bilgi verebilmek için çektiğim bir fotoğrafla karşılaştım.. sonra ertelemişim..

şimdi tam zamanı..

daha önce sevgilimle yaptığımız küçük bir tatilden bahsetmiştim.. bu tatilin Ayvalık ayağında bir akşam eve dönecekken, vazgeçip, Ayvalık'ta güzel balık yiyebileceğimiz bir yer aramaya başladık.. merkezde, denize paralel sokaklarda gözüme kestirdiğim küçük bir restaurant geldi aklımıza.. denize dik inen bir sokağın köşesindeydi.. sokağın bir kısmının üzerini çardak gibi kapatılmış ve masalar atılmış, içeriye ise sadece 3 masanın sığabileceği bir restaurant.. kapısının önünde küçük yapay bir şelale, şelalenin civarında kuşlar.. şelalenin çevresinde ve masaların olduğu sokakta ise saksı ve tenekelerde yetişen patlıcan, biber ve domates..

bizi bir bayan karşıladı.. mekanın balık değil et resturantı olduğunu söyledi.. biz biraz boynu bükük ayrılırken "biraz gezin, bir yer bulamazsanız balıklarınızı alıp buraya gelin, eşim geldiğinde balıkları sizin için pişirir.." tabii biz hiç gezmeden balık haline gidip bir kilo çipura ile geri döndük.. sokakta yerimizi aldık.. rakımızı söyledik.. mevsim salatası, patlıcan salatası ve Ahmet Bey'in tavsiyesiyle nar ekşili bostane istedik..

sonrası yazıya dökülmeyecek kadar kusursuz bir sohbet ve lezzetler birliği.. o küçücük dükkanın sakladıkları bizi hayrete düşürdü.. rakılarımızın "ehl-i keyif" ile servis edilmesi, mezelerimizin lezzeti, Ahmet Bey'in pişirdiği tazecik deniz çipuraları.. hepsi bizi tek kelimeyle mest etti..

Ahmet Bey'in sofrasındaki hemen herşey Antep'ten gelmiş.. nar ekşisi, şalgam suyu, kahve..

yemeğimiz bittikten sonra Ahmet Bey bize kahve ikram etmek için ısrar etti.. herşey bu kadar lezzetli olunca en iyisi Ahmet Bey'in sözünden çıkmamak diye düşündük.. kahvelerimiz ehl-i keyiflerimiz gibi bakır bir muhafazanın içinde geldi.. (onun resmi de başka bir yazıda artık..) nefis kahvelerimizi de içtikten sonra Ahmet Bey ve eşine bol bol teşekkür ederek ordan ayrıldık..

Kıvanç Ocakbaşı ile ilgili iki önemli dipnot;

* Hesabı istedikten sonra eşime gelecek hesapla ilgili bir tahminde bulundum.. ve doğru çıktı.. orda o yemekleri yedikten ve o tatlı muhabbetle ağırlandıktan sonra (hele de içkinin geldiği bir masada) ödemeye çekineceğiniz kadar düşük.. bırakacağınız hiçbir bahşiş de ne yazık ki karşılığı değil (zaten tek çalışan Ahmet Bey ve eşi)..  o yüzden, aldığımızın karşılığını ödeyemediğimiz için, biraz buruk ayrıldık..

* Kıvanç Ocakbaşı'nı bir daha ziyarete gittiğimizde Ayvalık'ta olduğumuzu unutup Kıvanç Ocakbaşı'nda olduğumuzu kendimize hatırlatacağız.. balık yok, et var.. çünkü bu kadar lezzetli mezeler ve salata yapabilen Antepli bir ustanın elinden et yemediğimiz için çok pişmanız..

son olarak da size Kıvanç Ocakbaşı'nın iletişim bilgilerini vermek istiyorum.. Ayvalık'a yolunuz düşerse.. mutlaka..

Gümrük Cd. 2. Sk. No:2 (Oyakbank arkası)

Tel: 266 312 84 82