27.10.2010

bildiğin GÜN





























çocukken yalnız başıma dışarı çıkamazdım.. hele gece hiç..

sonra okullu oldum..

o zaman da kapının önünden ayrılamazdım..

az büyüdüm, kapının önünden ayrılabilir oldum bu sefer de güneş tepedeyken çıkamadım.. geceleri hiç..

lise bitti.. üniversite..

gündüz okul gece iş.. hiç çıkamaz oldum..

üniversite biteyazarken çoktan işim hazırdı bile..

hem gece hem gündüz.. hem de bayram seyran tatil dinlemeden.. (pazartesiden izin günü mü olur yahu..)

bir tek sabahları bana aitti.. gözümü açabilirsem..

bari geceler bana kalsın diye başka iş buldum yıllar sonra..

bu sefer de maphusluk bir de can sıkıcı ilişkiler barındırmaya başladı bünyesinde..

haftasonları İstanbul kabus gibi..

adım atacak yer yok..

hafta içi bazen, bir şekilde dışarı çıktığımda bütün heyheylerim birlik olup halay çekiyorlar.. bunca insan neden sokakta.. bir tek ben mi çalışıyorum?

geçenlerde ayıptır söylemesi.. emeklilik yaşıma baktım..

daha çocuktum ben yahu.. boş zamanlarımda çalışıp para kazanıyordum.. emeklilik de nesi?

“gün” yüzü göremeyecek miyim ayol?

bildiğin gün..

12.10.2010

düttürü dünya

bu resimler için geciktim.. resimlere bakarken aklımdan geçirdiğim bu yazı için de geciktim.. cuma FilmEkimi başladı, mesai yaptım.. şimdi onu anlatmam lazım, onun için de gecikiyorum.. FilmEkimi’ni yazmaya gecikmek çok mühim değil.. ne de olsa anlatacağım filmler.. hem zaten cuma Sihirbaz’da yanıma oturan bayan yazma isteğimi biraz baltaladı.. kendisi sanki bir ödevmişçesine defterini ve kalemini hemen hazır etti ben mısırımla montumla ve çantamla koltuğa sığmaya çalışırken.. sonra izlerken de notlar aldı.. can sıkıcı.. kendi kendimi sadece film izleyebilmek için girdiğim bütün eziyetlerden dolayı tebrik ve takdir ettim.. keşke filmlerin arasında bir saatten biraz daha fazla zaman olsaydı tabii.. zira özellikle 2008′deki FilmEkimi‘nde abondone olmuştum.. (aynı gün içinde bir İsrail – Filistin, bir Miyazaki, bir Kim Ki-duk)

neyse konumuz FilmEkimi değil..

konumuz benim yaklaşık bir ay önce davetli olduğum doğumgününde çekilmiş fotolara bakarken aklımdan geçenler..



doğumgünü sahibi KüçükAdam.. (her ne kadar bence hiç de “küçük” olmasa da.. koca adam bildiğin..)

işte ben bu fotoğraflara bakarken ve son günlerde Kafka’nın “dönüşüm”ünü yaşadığımı hissederken “içindeki çocuk”tan bahsedenlere cevaben aklıma bir Türk Filmi sahnesi geliyor.. (bknz. Sultan) Bulut Aras’ın Şener Şen’in Sultan’la evleneceğini duyduğunda verdiği tepki.. ve sonra Ş.Ş.’in de B.A.’a verdiği cevap.. hani Şener Ş. mahalledeki herkesi mahallenin kahvesine toplamıştır ve bekçi İlyas Salman dahil hepsi kutlama babında sarhoş olmuşlardır..



işte şu çocukların yanında ben kendimi ne zannediyorum ki.. plaza önü sigara içeniyim sadece.. her sigarada ümitlerimi, kendime olan inancımı törpülüyorum aslında .. yoksa ben sigara seven biri değilim.. kokar bi kere..



tamam bazı benzerliklerimiz var şu yukarıdaki fotoğraftan görüleceği üzere..



ama mesela küçük Şirinella‘yı mutlu yapan şey sadece babası tarafından havalara atılmak.. annesi tarafından azıcık tepetakla çevrilmek.. normalde yasak olan jelibonlardan özgürce yiyebilmek..



oysa ben hala bazı şeylerin peşindeyim.. hayat geçip gidiyor.. yakalayamadıklarım o kadar çok ki.. bu sandalyede oturmaya devam ederek de ne yakalayabilirim tam kestiremiyorum..

tebdili mekanda hayır vardır derler..

nerde hareket orda bereket derler..

sıkılan çuval dokuz yerinden patlar derler..

derler de derler..

ama bir musibet bin nasihattan iyidir de derler.. di mi?

şimdi nerde kalmıştık.. bir bakalım..

nerde bırakmıştık bu işin ucunu..

korku nerde yerleşmişti içime..

korku hala durduğu yerde mi.. yoksa o gideli çok oldu da bıçağın girdiği yerdeki yara mı hala acıyan..



amaaaann.. zaten dünya düttürü..

bir de ben düt.. düt..

iyisi mi siz yazıyı boşverin, resimlere bakın.. Denizcim’in geçmiş doğumgününü kutlayın..

1.10.2010

an education – iyiler siyah giyer























uzun zamandır izlemek istediğim bir filmdi an Education.. yazla beraber ara verdiğim film günlerine bomba bir başlangıç yapmış oldum.. aslında “bomba” kelimesi bu filmin naifliğine yakışmadı sanırım ama içimde sessiz bir bomba patladı izlerken..

filmimizin kahramanı diyor ki.. “eğer üniversiteye kapağı atarsam, ne istersem onu okuyacağım ve sadece siyah giyeceğim..” bir zamanlar ben de “iyiler siyah giyer” demişim.. ne güzel.. hem de sonbahar ve siyah giyme isteğim yeni gelmişken..

filmin kahramanı Jenny’de tam bir Audrey Hepburn havası vardı.. zaten 60ların Londra’sı ve Paris’i ister istemez aklıma Audrey ve Breakfast at Tiffany’s'i getirdi.. hatta Carey Mulligan beni o kadar etkiledi ki Natalie Portman’a bile benzettim.. o kadar yani..

filmin kabaca konusu eski Türk filmlerini anımsatsa da duygusal anlamda beni çok etkiledi.. bir genç kız.. kıza göre yaşlıca bir erkek.. kızlarının hayatına müdahale konusunda baskıcı bir baba.. kadınların hayattaki yerine “klasik” erkek gözüyle bir bakış.. ve kadın gözüyle sonsuz bir romantizim..

ben filmler ve kitaplar hakkında yazarken çok sıkıntı çekiyorum.. yanlış yönlendirmemek için, filmin canalıcı bir noktasını ağzımdan kaçırmamak için ve bende uyandırdığı duyguları kısıtlı kelime hazinemle dışa vurabilmek için..

herkes bir kere aşık olmuştur sonuçta.. hani kalbin göğüs kafesine sığmadığı zamanlar vardır ya.. işte bu film bana öyle tatlı hissettirirken bir o kadar heran ağlamaya hazır melankolik bir his verdi.. bu da nefis hikayenin, Carey Mulligan’ın ve Peter Sarsgaard‘ın (tek kelimeyle muhteşem.. hatta o kadar ki.. yolda karşılaşsanız, size ne dese inanırsınız..) oyunculuğunun marifeti.. hatta öyle ki birçok kez film izlediğimi unutup fazlaca keyiflenip fazlaca hüzünlendiğim oldu..

tabii şimdi filmin bence en canalıcı cümlesini de yukarıda kullandığım için yazıyı toparlayıp bitiremiyorum.. canalıcı cümle yoksa ben de tavsiyeyle bitireyim bari.. kızlar, tam kırmızı şarap filmi.. hatta kız kıza kırmızı şarap filmi.. ardından gelecek muhabbete doyum olmayacaktır.. gözyaşları sel olup akacaktır.. tatlı acı bütün güzel hikayeler su yüzüne çıkacaktır.. ona göre..