28.12.2008

bir cumhuriyetçinin eğitim kösteği

bu sene kardeşim üniversiteyi kazandı.. biz de her sene İstanbul Büyük Şehir Belediyesi'nin üniversite öğrencilerine verdiği eğitim desteği için aday olduk.. başvurular internetten yapıldı, bilgisayar ortamında hak kazanan öğrencilerin belirleneceği duyuruldu, bir süre sonra da başvurumuzun kabul edildiği, kardeşimin eğitim bursu almaya hak kazandığı haberi maille bildirildi.. gerekli evrakları teslim ettikten sonra, bursun ödeneceği tarihi beklemeye başladık..

bu arada ana muhalefet partisi CHP, Anayasa Mahkemesi'ne, belediyelerin eğitim bursu vermesinin önünü açan maddenin iptali için dava açtı..

CHP'nin başvurusu koşullar gözardı edildiğinde yerinde bir fikir olabilir..

14 senedir verilen bu burslar için açtığı davanın tam da belediye seçimlerinden birkaç ay önce olması ne yazık ki beni iyi niyetli düşünmekten alıkoyuyor.. bunun yerine;

*geçerli bir gerekçe göstermeden İstanbul'un kaldırım taşlarının senede bir kez sökülüp, yeniden döşenememesiyle ilgili ya da

*başvurusuz, koşul gözetmeden kömür yardımı yapılmasını engelleyen ya da

herneyse..

ancak; İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden burs alan öğrenciler bilir ki, bu bursu alabilmenin şartlarından biri başka bir kurum ve/veya kuruluştan burs almıyor olmaktır.. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden burs almak için başvurup burs almaya hak kazanan 50bin öğrenci, bu sene burs alacakları düşüncesi ile başka burs arayışı içine girememiştir.. CHP'nin açtığı davanın Anayasa Mahkemesi'nce kabulü ile birlikte bu 50bin öğrenci şuan kendini forumdan foruma atarak, bir duyum, bir söylenti peşinde, bir umut dolaşmaktadır..

bunun dışında burs almaya hak kazanan öğrencilerin en azından bu sene bu yasadan muaf tutulmaması da ayrıca bir haksızlık kanaatimce.. çünkü yasa burs vermek isteyen kurum ve kuruluşlara burs veremeyeceklerini söylemiyor, verecekleri bursu Kredi ve Yurtlar Kurumu'na aktarmalarını söylüyor.. Bursların tek elden dağıtılması haksız yere burs alanların önünü bir miktar kesecek çünkü..

İstanbul Büyük Şehir Belediyesi 27 Aralık tarihinde "dar gelirli ailelerin yarınlarının umudu olan siz değerli üniversiteli gençlerimize yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı eğitim yardımı yapamayacağımızı üzülerek bildiririz.." yarı demogojik son sözüyle bu konuyu kapattı..

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, "Yasal düzenleme yapılmadan mağduriyetlerin giderilmesi mümkün değil. Yasa çıkarma, TBMM takdirinde. Ama biz hükümet olarak, yasal düzenleme yapılması konusunda üzerimize düşeni yapacağız. Bu yönde yasal çalışma yapacağız. Öğrencilerin maduriyetini lehe çevireceğiz." dedi..

söylentilerin sonu gelmeyecek gibi.. açıkçası, CHP muhalefet yapmaya o kadar alıştı ki, birgün bir mucize olur da iktidara gelirse gerçekten ne yapacağını bilemeyecek gibi geliyor bana..

her ne kadar haketmeyen öğrencilerin bu yardımı aldığını iddia edilse de sonuçta bu yardım öğrencilere yapıldığı sürece ben haketmeyenlere kendimce gözyumabilirdim.. keşke CHP de öyle yapsaydı ya da yukarıda dediğim gibi yaptığı işin sonunu getirip bu 50 bin öğrenciyi böyle üzmeseydi..

21.12.2008

şipşakçı



adamakıllı ne zamandır fotoğraf çekmiyorum bilemiyorum..

ne zamandır sokakta yürürken çevreme bir vizörde bakmıyorum..

makinam yeni..

utanmasam nazar boncuğu takacağım..

makinadan gelen "klik"leri duymak çok keyifli..

şimdilerde her boş fırsatta kendimi amaçsızca sokağa atıyorum..

korkaklığım var hala.. objektifi çeviremiyorum öyle istediğim her yere.. ama yavaş yavaş..

yandaki fotoğraf, bir akşamüstü Büyükdere sahili..

daha çok zaman istiyorum sevdiğim işler için.. sevdiğim işlere hakettikleri emeği verebilmek istiyorum..

bakalım..

zaman ne gösterecek..

19.12.2008

dreamland

2006 yapımı bu filmle ilgili doğru dürüst bir tane bile yazı bulamadım yerli kaynaklarda.. yönetmen Jason Matzner'in imdb'de kayıtlı tek filmi.. puanının da 6,3 olduğu düşünülürse, oldukça önyargısız ve beklentisiz oturduk ekranın karşısına..

kasabadan uzakta, yerleşimcilerinin "dreamland" dedikleri bir bölgede, karavanlarında yaşayan bi grup "farklı" insanın, kısa süreli hikayesi anlatılıyor filmde.. tabii bu kısa hikaye, tahmin edileceği üzere kahramanların bir çoğunun hayatına karga tulumba bir yön veriyor..

filmde en beğendiğim karakter yan roldeki Henry idi.. büyük aşkı, karısı öldükten sonra dreamland'den hiç ayrılmamış.. zaten psikolojik olarak buna müsait değil.. koltuğunda elinde birasıyla görüyoruz neredeyse bütün film boyunca.. söyleyecek güzel şeyleri var..

Henry'nin aklıllı kızı Audrey başrolde.. liseyi bitirmiş.. kasabada markette kasiyerlik yapıyor.. bir çok üniversiteye kabul edilmiş ancak babsının psikolojik sorunu ve en yakın akadaşının hastalığı yüzünden dreamland'de kalmaya karar vermiş..

Calista (daha önce Lars and the Real Girl'de izlemiştik..) dreamland'e hastalığı yüzünden gelmiş, o bir MS hastası.. Audrey'in en yakın arkadaşı ve geleceğin Miss America'sı..

Bir gün Mookie ve ailesinin dreamland'e taşınmasıyla hemen herkesin hayatında bazı değişiklikler olmaya başlıyor..

filmde kameralar çok etkili kullanılmış.. uçsuz bucaksız gökyüzü.. uçsuz bucaksız bir çöl.. devamlı esen rüzgar ve fonda çalan müzikler dramatik bir hareketlilik katmış tüm bu uçsuz bucaksız görüntüye.. tüm bunlarla tezat oluşturan az makyajlı karakterler (hatta neredeyse makyajsız).. süssüz kıyafetler, gerideki olağandışı manzarayı gerçek seviyesine çekmiş..

biraz kafa karıştırıcı.. çok derin ve etkileyici olmayan bir konu ve görsel olarak oldukça başarılı bir film.. karakterliğin doğallığı (ya da doğala yakınlığı diyelim..) filmin beni içine almasına yardım etti..

bu yazıyı okuduktan sonra önyargısız ve beklentisiz oturabilir misiniz filmin karşısına bilemiyorum ama keyifli bir birbuçuk saat için oldukça iyi bir seçim..

14.12.2008

deriaksesuarlar.com

yılbaşı yaklaşırken heyecanlananlardanım..

şuanki yaşamıma kadar hiç bir değişiklik ve ufak tefek parti ve toplaşkalar dışında, yılbaşlarında özel birşey yapmışlığım da yok ama genel havaya hakim enerjiden etkileniyorum heralde..

yılbaşında insanların birbirlerine aldığı küçük hediyeler belki de beni heyecanlandıran..  (sevgilim ve ben bu sene bütün güzel hediyeleri bana aldık ama..)

yandaki çanta ve linke tıkladığınızda ulaşacağınız diğer küçük hediyelikler ve çantalar benim yeniyıl için bir önerim.. onları bu kadar güzel, değerli ve anlamlı kılan hepsinin tamamen el yapımı olması.. böylece hiçbirinin bir eşi daha yok.. ve bir de bu ürünlerin tamamı deri.. onların deyişiyle "evde, elde, gerçek deriden yapılıyor, şık ve çok ucuz.." süper beşli.. ha bir de yılbaşına kadar ürünlerde %5 gibi bir iskonto mevcut.. (bilgi için iletisim@deriaksesuarlar.com adresine bir mail atmanız yeterli..)

benim yakalandığım yılbaşına özel o nefis duygu haline yakalanmanız dileğiyle.. küçük süprizler zamanlama da iyiyse çook büyük etkiler yapabilir..

7.12.2008

kahveli kakaolu kekim..

şu yanda gördüğünüz benim kahveli - kakaolu kekim..

son günlerde mutfakta fazla vakit geçirmeye başladım.. ama eskisi gibi yemek değil çoğunlukla hamur işleriyle ilgileniyorum.. özellikle ekmek yapmak beni çok keyiflendiriyor..

daha önceki zeytinli ve çekirdekli ekmek denemelerimden sonra bu akşam da hellim peynirli ve dereotlu ekmek yaptım..

yaz geldiğinde balkon domateslerim ve zeytinyağ ile muhteşem bir ekip olacaklar..

ekmek resimleri daha sonraya..

şimdilik kahveli - kakaolu kek..

5.12.2008

çalar saat mi saç maşası mı..

ben fazla uyumayı sevmem.. annem de.. babam, eh.. ama kardeşim sanki uyuyarak doğmuş.. rahatsızmış, sıcakmış, soğukmuş, kaşlarının ortasına ışık vuruyormuş, sertmiş, çukurmuş, tümsekmiş.. hiç farketmez.. dik durmadığı sürece heryerde uyuyabilir..

geçtiğimiz hafta doğumgününü kutladık.. kuzenlerim ona bir "saç maşası" hediye ettiler.. böyle çeşit çeşit başlıklı pek janjanlı bişi..

şimdi her sabah en erken o kalkıyor.. yatağının üzerinde aynası ve yeni "saç maşası"yla saçlarına şekil veriyor..

hayır bunca zaman alarmın yapamadığı şeyi o sessiz sedasız saç maşası nasıl yaptı anlayamadım..

1.12.2008

Calgonsuz hayat, oh ne rahat

uzun zamandır canımı sıkan çamaşır makinası sorununa kendimce bir çözüm buldum..

öğrenciliğimde uzun yıllar Bursa'nın soğuk sularında elde çamaşır yıkamış biri olarak, çamaşır makinam evdeki en sevdiğim eşyalardan biri.. geldiği gün utanmasam sarılıp ağlardım heralde.. montajını yapan amcayı da ayrı bir sevmiştim.. gözlerimde sponge bob ışıltısı, hayran hayran izlemiştim makinayı nasıl kullanacağımı anlatışını..

dört senedir makinam bana hiç sorun çıkarmadı.. ama son iki senedir sıkma yaparken hem çok sarsılıyor hem de sesi kapalı kapıları aşıyor..

bir kere kullandığım ürünün alternatifsiz bir ürün olması yalnız başına çok can sıkıcı bir durum.. hem, reklamlarda söyledikleri şeyleri de yaptım.. illa ki her yıkamada Calgon kullandım.. kesinlikle Calgon'dan başka kireç koruyucu kullanmadım.. dört senedir Calgon'a verdiğim para da neredeyse bir yeni makina alacak miktara ulaşınca.. kendimce yeni çareler aramaya başladım.. ilk aklıma gelen de hani şu çaydanlıklar için kullandığımız "kireç çözücü" sıvılar oldu.. makinayı 90 dereceye ayarlayıp, deterjan gözüne de bir su bardağına yakın kireç çözücüyü doldurdum..

şimdi mi??!!

makinam yeniden yepisyeni oldu..

26.11.2008

bir B planı yok

Marks & Spencer yokalan dünyamıza karşı sorumluluklarımız çerçevesinde yaptıklarını ve yapmak istediklerini "Plan A" bünyesinde listelemiş..

saygının neredeyse tamamen yokolduğu "hasbelkader" hayatımızı sürdürdüğümüz dünyamız üzerinde belki de bu tarz girişimler için çok geç kaldık..

çevreci olmanın da bir moda olduğu günümüzde Plan A ne kadar işe yarar bilemiyorum ama kör göze parmak sokmanın zamanı geldi de geçiyor bile..

benim, madem bu işe önayak oldular, Marks & Spencer'dan ricam mağazalarında "poşet" kullanmayı bırakmaları.. geri dönüşümlü kağıttan ürettikleri kağıt torbaları kullansınlar ve bu torbaların üzerine de bu torbaları neden kullandıklarını yazsınlar..

petrolün içine bulanmış martının, balık zannederek yemeye çalıştığı poşetle ölmüş caretta carettanın resmini koysunlar..

alışverişlerine kahve molası veren müşterilerini o kahve molası sırasında belki de sadece 3 saniye de olsa "yaptıklarını" düşünmeye teşvik etsinler..

alışveriş çantası kullanmaya ikna ettikleri herkesin aslında bu büyük işi için küçük askerler olduğu gerçeğini unutmasınlar..

Leo Murray'in hazırladığı animasyonda söylediği gibi "bizden önceki kuşaklar bu sorun hakkında hiçbirşey bilmiyorlardı, bizden sonra geleceklerin de bu konuda hiçbirşey yapmaya güçleri yetmeyecek.."

20.11.2008

just a perfect day

bir süredir yazamıyorum.. nelerle uğraştığım ise meçhul.. yapılacak işler silsilesi içinde hiç birşey  yapmadan nasıl oluyor da böyle yoruluyorum bilmiyorum.. kafamda hep birşeyler var gibi ama kapağını açıp baktığımda bomboş..

iki gün önce, günlerden salı.. belki de en güzel salı.. sevgilimle inanması güç ama benim asla inanmaktan vazgeçmediğim bir konuda nefis bir haber aldık.. İstanbul'u sel götürürken Cerrahpaşa'dan Eminönü'ne kadar poşet gibi bir yağmurluğun içinde, ayaklarımız sırılsıklam yürüdük.. Taksim'de en bir sevdiğim restaurant olan Deep'e gittik.. gündüz gündüz bira söyledik kendimize.. eve giderken bir de rakı alalım dedik.. akşamüzeri naçizane soframızı kurup bir de film ayarladık kendimize..

gece yatmadan hemen önce mutfakta bir sigara içerken gün boyunca aklımda dönüp duran bir şarkıyı mırıldandım..

mükemmel bir gün, parkta sangria içmek/ sonra hava karardığında/ eve gitmek/ mükemmel bir gün işte/ yem vermek hayvanlara/ hayvanat bahçesinde/ sonra sinemaya/ eve sonra da

mükemmel bir gün işte/ mutluyum seninle geçti diye/ iki arada bir derede/ bırakma beni/iki arada bir derede

mükemmel bir gün işte/ dert,tasa geride/ başbaşa haftasonu keyfi/ ne kıyak be oh

mükemmel bir gün işte /unutturdun bana kendimi/ başka biriydim sanki/ iyi biri..

mükemmel bir gün işte/ mutluyum seninle geçti diye/ iki arada bir derede /bırakma beni/ iki arada bir derede

ne ekersen onu biçersin..

mükemmel bir gün işte..

sanki o gün için yazılmıştı.. o şarkıyı bu kadar sevdiğimi daha önce farketmemiştim.. Just A Perfect Day 18 Kasım Salı gününün fon müziğiydi..

4.11.2008

bilmediğim diller

şehir içinde yolculuk etmeyi seviyorum.. metro hariç.. evime giden en kısa yol metrodan geçtiği için ne kadar hızlı olsa da metroyu artık sevmiyorum; havasız, sıkıcı geliyor.. ayrıca camdan dışarıyı seyredemediğim için bisürü insanla gözgöze geliyorum ki, tanımadığım insanlarla gözgöze gelmek de ayrıca keyifsiz bir durum.. 20 dakikalık nereye bakacağını bilmeden sıkılma durumu yani.. otobüsleri, tramvayları ve vapuru yer bulabildiğim sürece seviyorum.. boş boş camdan bakmayı.. dışarı bakarken de insanların konuşmalarına kulak misafiri olmayı seviyorum.. mesela arka koltukta oturanların muhabbetlerinden nasıl insanlar olduklarını anlamaya çalışıyorum.. bazen çok da ilginç şeylerden bahsedebiliyorlar..

otobüste mesela, en az 45 dakikalık yolum varken, hem de yer bulmuşken hiç dayanamadığım, mümkünse yer değiştirmeme sebep olan bir durum var ki o da anlamadığım dillerde konuşan insanlar.. yabancı diller bende genelde bir rahatlama, içe dönme duygusu yaratır.. televizyon karşısında uyuyakalmak gibi.. ama genelde, insanların konuşmalarını anlamayacağından o kadar emindir ki yabancı bir dille toplum içinde konuşmayı seçmiş kişiler, normalde çıkarabildiklerinden kat kat daha yüksek bir sesle bağırarak konuşurlar.. etraflarındaki insanların duymalarından bu kadar rahatsız oldukları için, bildikleri ortak bir yabancı dili seçmişken bu insanları bu kadar yüksek sesle konşmaya iten çok gizli şey neymiş merak ederim..

ama merakım çabuk geçer.. kulağım tırmalanır..

kendime yeni bir yer ararım..

2.11.2008

Once

herkes hata yapar..

ben de bu filmi kaçırmışım işte.. üstelik hakkında hiçbirşey bilmeden oturum ekranın karşısına..

şarkılardan oluşan bir film denebilir.. şarkıların sözleri tamamen kahramanların içinde neler olup bittiğini katıksız bir şekilde anlattığı için, baştan sona o kadar çok şarkı dinlemek insanı hiç rahatsız etmiyor.. aksine izleyeni filmin içine çekiyor..

film yapmaktan öte anlatacak şeyleri varmış gibi filmdeki herkesin.. yönetmenin.. müzisyenlerin..

dost işi bir film olmuş.. yönetmen John Carney, başroldeki Glen Hansard'la birlikte bir dönem The Frames'de çalışmış.. gece sokakta pijamalarıyla yürüyerek şarkı söyleyen diğer başrol oyuncusu Markéta Irglová ise Glen Hansard'ın konservatuardan arkadaşı.. şarkılar hakkında birşey söylemeyeceğim.. onlar için söze gerek yok..

film kapıya gelmiş dayanmış tüm duyguların filmi.. Glen Hansard annesinin ölümünden sonra babasına destek olmak için Dublin'e dönmüş bir kalbi kırık.. elektrik süpürgesi tamir dükkanında babasına yardım ettikten sonra vaktinin geri kısmını, hayatını şarkı yaparak ve bu şarkıları sokakta söyleyerek geçiriyor.. bir akşam kimsenin geçmediği sokakta şarkı söylerken Markéta O'nu dinlemeye başlayıp cebindeki son birkaç senti Glen'e verip sohbet etmeye başlıyor.. Markéta'nın bozuk bir elektrik süpürgesinin olması onların kısa arkadaşlığının başlangıcı oluyor.. film insanı biraz üzüp biryandan da gülümseten küçük ayrıntılarla dolu.. mesela Glen çok da önemli bir anda Markéta'yı ararken biz fonda çiçek satan Markéta'nın sesini duyuyoruz ama ne yazık ki Glen bu sesi duyup Markéta'ya ulaşamıyor.. sonra Glen ve babası arasında geçen sohbet.. Markéta'nın Glen'e verdiği birkaç sentin Markéta'nın hayatındaki önemi.. ve Glen'in giderken yüzündeki gülümseyen ifade.. kısacası pamuklara sarılasıca bir film çıktı, başımı hangi yastığa gömeceğimi bilemedim..

film akacak kan damarda durmaz atasözü gibi birden olmuş ve bitmiş.. birinin anlatmaya ihtiyacı varmış, tam da zamanında , kocman bir duygu seliyle dökülmüş gibi..

bu arada film birçok ödül de almış.. bir tanesi Oscar..

çok söze gerek yok.. izlenmemesi ve dinlenmemesi bence büyük bir kayıp..

**bir de izleyenlere not..

ekşi sözlükten öğrendiğime göre Glen'in Çekçe Markéta'ya sorduğu soruya Markéta'nın verdiği yanıt; "seni seviyorum.."

30.10.2008

filtre türk kahvesi

filtre kahveyi severim.. Türk kahvesine bayılırım.. Türk kahvesinin yanında ikram edilen lokum, çikolata gibi mutluluk verici yiyecekleri yalamadan yutar, kahvenin tatlı damakta bıraktığı acılıkla mest olurum..

iş yerinden bir arkadaşım kısa zaman önce dil eğitimi için İngiltere'ye gitti.. bir kahve sever olarak Türk kahvesini de yanında götürmüş.. evinde kaldığı bayan, kahveyi filtre kahve makinasına doldurup sonra bir de sütle servis yapmış.. arkadaşımın dediğine göre çok da güzel olmuş..

ne zamandır deniyeceğim, bir türlü olmadı.. sonunda bu sabah doldurdum makinaya Mehmet Efendi'nin kahvesini.. doğru düzgün kokmadı bile.. pişmiş kahveyi termosuma doldurup (biraz duru geldi tam da o sırada) üzerine de biraz süt ekledim..

ı-ıh.. olmadı..

koca termostaki 2 parmak süt tadı o kadar belirgin ki.. sanki sütün içine kahve damlatılmış gibi..

hem benim zorum neyse.. ben çok kaynamış, acılaşmış kahveyi severim..

25.10.2008

üçü bir yerde..

FilmEkimi'nin son günü benim için en yoğun gündü.. o gün için işten izin alındı.. termosa kahveler dolduruldu.. arka arkaya üç filmi rahat rahat izleyebilmek için rahat kıyafetler seçildi.. tabii isterdim ben de hergüne bir film ama geldi geçiyor.. yapacak başka birşey yok..

ilk film Limon Ağacı.. İsrail ve Filistinli iki elden çıkmış film.. (İsrailli yönetmen Eran Riklis ve senaryoyu Riklis'le beraber yazan Filistinli eski gazeteci Suha Arraf) bütünden önce ayrıntıya bakmaya meyilli olduğumdan belki, çok klasik gelecek ama film bana  deniz yıldızının hikayesini anımsattı.. filmin insani boyutunun yanında bir de politik boyutu var.. (işler politik boyuta taşındığında insanlıktan çıkmak mümkün.. ve işler politik boyuta taşındığında insanlıktan çıkmak normal..) Filistin - İsrail sınırında yaşayan Selma adında Filistinli dul bir kadının yapayalnız yaşamının geçmişiyle dolu limon bahçesi, bir gün İsrail Savunma Bakanının İsrail sınırından komşu gelmesiyle birlikte ulusal güvenliği tehdit edici bir unsur olur.. o andan itibaren Selma için herşey daha da zorlaşır.. zaten dul ve yalnız bir kadın olmanın zorluğuyla cebelleşirken bir de zor hayatından geriye kalmış tek somut şey ve bir de geçim kaynağı olan limon bahçesi yok olmak üzeredir..

hemen yarım saat sonra  Küçük Deniz Kızı Ponyo'da soluğu aldık.. önceki filmin burukluğunu atamamamış olmamızdan olacak daha ilk sahnede gülümsemeye ve hatta kahkahalar atmaya başladık.. bu kahkahaları önceki filme bağlıyorum çünkü aslında Hayao Miyazaki'den beklediğimden biraz daha farklı bir filmdi.. biraz daha yalın.. biraz daha sakin.. genelde Miyazaki izlerken bir dakika sonra ne olacağını tam da kestiremediğim için konusu biraz daha derli toplu geldi bana.. ama sinemada Miyazaki izlemek bambaşka.. Andersen'in Küçük Deniz Kızı'nın Miyazaki yorumu diyebiliriz.. mutlu bir gülümseme bıraktı bizde..

herşey yoluna girdi keyfimiz yerinde derken saat 19:00 oldu ve izlemeden önce bile başımıza ne geleceğini kestirememenin tedirginliği içimizde Rüya için yerlerimizi almıştık.. Kim Ki-duk gene hep zor olan yolu tercih eden iki kahraman yaratmış kendisine.. rüyalarında tanıdık yüzler ve korkunç olaylar gören Jin ve birebir bu olayları gerçekleştiren ama tüm bu yaptıklarından bihaber Ran.. gittikleri bir mistik/doktorun tüm bu rüyaların ve tatsız olayların sonunun gelmesi için önerdiği çok basit yolu denemektense yapılmayacak hertürlü eziyeti kendilerine yaparlar.. filmin ilk yarım saatinde neşeli Kore filmlerinin tatlılığıyla hafifçe kendimizi saldığımızdan olsa gerek bu yarım saatten sonrası oldukça zor geçti.. Kim Ki-duk seyretmeyi sevenlerin alışık olduğu bir durum..

filmler bitip de karnımızda şişmiş mısırlarla sinemadan çıktığımızda aslında İstanbul'da mutlu bir FilmEkimi'ni atlatmış gibi değil de sanki tüm dünyanın yükü sırtında ve gözkapaklarında olan bir zavallı gibi hissettim kendimi.. replikler birbirine karışmaya başlamış, konuşmalar anlamsızlaşmıştı.. eve doğru hayatımın en uzun yolculuklarından birini yaptım..

ama gece kafamı yastığıma koyduğumda seneye daha iyisini yapabileceğimden emindim..

20.10.2008

denizkızı / mermaid / rusalka

festivalin beni en etkileyen filmi diyebilirim Denizkızı için..

tabii sadece beni etkilemekle kalmamış film, ödül üstüne ödül almış..

Anna Melikyan; 2008 Sundance Dünya Sineması En İyi Yönetmen, 2008 Berlin FIPRESCI Ödülü ve 2008 Sofia En İyi Film Ödüllerini kazanmış, rengarenk bir vizörden baktığı Alisa'nın dünyasıyla..

küçük bir deniz kıyısı kasabasında küçük bir kadınlar ailesinin birbirini aratmayacak gariplikteki karakterlerinin içine açılıyor perde..

saatlerce sallanan sandalyesinde tek zevki dondurma yemek olan bir anneanne..

hayatın her türlü (!) zevkine aç bir anne ve bir gün konuşmaktan vazgeçen küçük kızı Alisa.. yani balık annesinin doğuduğu küçük denizkızı.. doğaüstü küçük Alisa'nın bir de doğaüstü bir gücü  var.. eğer çok isterse istediği şey gerçek oluyor ancak kontrol edemediği yollarla..

yıllarca hemen hergün babasının geleceği günü bekleyen Alisa kıyamet(!)in olduğu gün vazgeçiyor konuşmaktan ve bu yüzden zihinsel engellilerin gittiği bir okula gitmek zorunda kalıyor.. ve 17 yaşına gelip de o kasabadan ayrılmak istediği gün yola çıkıyorlar..

bir avuç insanın yaşadığı kasabasından kapitalizme kucak açmış Moskova'ya..

rüzgarın bile kayıtsız kalamadığı Alisa'nın; kalp sızlatan öyküsü bu film.. aslında biraz da herkesin..


15.10.2008

Radyo Boğaziçi Sınırsız Müzik Günleri Helldorado Konseri

Radyo Boğaziçi'nin sunduğu Helldorado konserine ne yazıkki ben gidemedim..

konser, önceden de duyrulduğu gibi cuma gecesi (10.10.2008) gerçekleşmedi.. biz filmimizden çıkmış, hafif yağan yağmur altında Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne doğru  ilerlerken açıkçası bu ihtimali gözönünde bulundurmadık.. oraya vardığımızda yağmur şiddetlendi.. seyirci adayları buldukları her ağacın, şemsiyenin altına girerek, tamamen sırılsıklam olmuş bir şekilde, ellerinde biralarıyla azimle Helldorado'nun sahne almasını bekledi.. ancak meğerse kurulan sahne hiç de korunaklı bir sahne değilmiş ve grup elemanlarının hazırlığını yapan ekip çoktan elektrik kaçağına maruz kalmışmış..

üzgün bir şekilde, o yağmurda ve trafikte evimize döndük..

12.10.2008 pazar akşamı Helldorado konserinin yapılacağı haberini aldık ama artık çok geçti.. ben kuzenimle cumartesi katıldığım bir yürüyüş sonucu yorgun ve harap düşmüş bir halde pazar gününü evde geçirmenin daha uygun olacağına karar verdim.. ama kardeşimi gönderip, konseri izletip, benim için fotoğraf çekmesini istemekten de geri kalmadım..

konser daha öncekiler gibi yine çok güzelmiş.. (bu sefer kapalı bir salonda yapılmış..) grup elemanları bir ara sahneden inip seyircilerin arasına bile karışmış..

konserle ilgili tatsız durum, konserin pazar akşamına alındığından birçok insanın haberdar olamaması.. bu yüzden bileti olduğu halde Helldoradoyu izleyemeyen birçok kişi olduğunu sanıyorum.. tüm bu tersliklerin yanında Radyo Boğaziçi ekibini kendimce tebrik etmeden geçemeyeceğim.. her türlü olumsuzluğa rağmen Helldorado'yu sahneye çıkarmadan göndermediler..

ben mi..

ben konsere gidemediğim için o kadar da üzülmüyorum.. nasıl olsa bir gün Helldorado benim barımda sahne alacak..  o zaman bol bol dinlerim..

13.10.2008

Chelsea On The Rocks

Abel Ferrar'ya ait bir belgesel Chelsea on the Rock..

FilmEkimi dahilinde izlediğimiz ilk film..

içinde yokyok.. efsane otelin daim kiracıları ve gelip geçici konuklarıyla olan gerçek anlamda 1957 de işletmeyi babasından devralan Stanley Bard ile başlayan "hayat"ını  84 dakikaya sığdırmaya çalışmış Ferrar.. ( otelin '57 den öncesi de var tabii.. 1884 de açılmış ilk olarak ve 1940 da S. Bard'ın babası David Bard tarafından devralınmış.. o dönemde de bir çok ünlü konuğu olmuş.. ama belgeselimizin konusu biraz daha yakın tarih..) bence? benim öğrenmek istediğim daha çokkk şey var..

belgeselde (kısalığının dışında) can sıkıcı canlandırmalar vardı.. Janis Joplin, Sid Vicious gibi karakterleri canlandırmalarla filme dahil etmişler.. şimdi oturup Janis Joplin'in hayatını anlatan bir film/belgesel izlesem, acaba Janis'i canlandıracak karakteri ne kadar içime sindirebilirim, ne kadar Janis olarak bakabilirim çok iyi kestiremiyorum.. ancak bir de bu canlandırmalar 5er 10ar dakika olunca.. insanın içine hiç sinmiyor, hafif iç gıcıklayıcı, can sıkıcı bir etki yaratıyor.. ama bu eğreti durumu affedilir kılan bir nokta var ki; Nancy'nin ölüm gecesi de canlandırmalara dahil edilmiş.. yıllarca yazılıp çizildiğinin aksine burada hayatının aşkı Nancy'yi öldüren kişi Sid değil.. sanırım bu konu bir muamma olarak kalacak ama ben burada işleniş şeklinden çok memnun kaldım..

bunun dışında Ethan Hawk, Milos Forman ve hayatlarının bir bölümünde otelde ziyaretçi olmuş sanat adamından otelle ilgili hikayeler ve anılar dinliyoruz..  otel intiharlara (ki bir vücudun betona çarpma sesi sıradan bir olaymış gibi anlatılıyor), uyuşturucu partilerine ve bir çok sanat eserine ev sahipliği yapmış.. (Jack Kerouac'ın Yolda'sını bu otelde yazdığı söylenir..) ayrıca filmlere ve şarkılara ilham vermiş.. (Leonard Cohen bu otelde Janis Joplin'le geçirdiği bir geceden sonra "chelsea hotel no.2" yi yazmış, Luc Beson "Leon: The Professional"ı bu otelde çekmiş..)

Chelsea Hotel yeraltı hayatının, kara kitapların, hastalıklı şarkıların yuvası olup; karanlık insanların, uyuşturucuya emanet edilmiş zihinlerinin özgürce dokuduğu hiç bir benzeri olmayan sanat eserlerinin doğduğu, bazı hayatların söndüğü bir sır yuvası olarak hayatını devam ettirmiş..

şimdilerde ise bir müze havasında zamanının en pahallı müşterilerini ağırlıyor..

belgeselde iyi/kötü herkes için birşeyler var..

izlemek isteyenler için belgeselin tekrarı 15 Ekim Çarşamba günü saat 13:30da..

lüzumsuz bilgi:

* otelde en uzun süre konaklayan kişi Virgil Thompson.. tam 54 sene..

* Hotel Chelsea'nin bütün odaları birbirinden farklı döşenmiş..

bu arada resimde William S. Burroughs ve Andy Warhol aynı masada.. (olacak iş değil..)

bir de izleyecek olanlara bir öneri.. havaya girmek için otel hakkında biraz araştırma fena olmaz..

(Helldorado konseriyle ilgili bilgi sonra..)

10.10.2008

sonbahar film haftası

FilmEkimi bugün başlıyor..

Uzun zamandır hayalini kurduğum gibi bu sene istediğim hemen her filme biletim ve hatta film için ayrılmış iki koca günüm var..

Hepsini anlatacağım iyi kötü..

Bugünün bir de başka güzel yanı var ama..

Akşam Radyo Boğaziçi'nin Helldorado konseri..

Sahnede ilk izlediğim günden beri aklımda onlarla ilgili bir hayal; birgün o çok istediğim barı açarsam, her cumartesi Helldorado çalmaya gelecek..

Kısmet..

Herkese iyi seyirler..

7.10.2008

yıllar sonra

sevgilime büyüdüğüm yerleri hep gezdirmek istemiştim.. tatil vesilesiyle oralardaydık geçen hafta..

sıkıştırılmış bir tur planı yaptım.. kalanlar bir dahaki tatile..

Ayvalıktan da geçtik tabii..

Ayvalık ve Sarımsaklı arasında yol üzerinde eskiden de oturup sigara içtiğim yerde mola verdik, en son 7-8 sene önce belki..

yıllar sonra gelip durduğum o yerde bir his..

hayat ve insanlar önceden de karışıktı benim için, şimdi de.. hep bir yoldayız sanki ama manzara hep aynı.. geceler günleri, kışlar yazları izliyor..

yoldan çıkmak lazım..

yoldan çıkmam lazım..

20.09.2008

kışın ilk yağmuru

kışın ilk yağmuruna günler öncesinden hazırlık yapmıştım oysa ki..

kışın ilk yağmuru ile aynı güne denk gelmiş bi sultanahmet buluşması genelde tarafımdan daha farklı karşılanan ilk yağmuru biraz farklı kıldı..
sultanahmette yemek üzeri türk kahvesi, sigara, fal masasında esti ilk sert rüzgar.. isteyip istememek konusunda kararsız kaldığım nargileleri devirdi önce, sonra başımızdaki tenteyi savurdu.. hadi kalkalım demeye kalmadan eşyalarımızı aceleyle toparlatıp hesabı ödetti bize..
tam da tramvay yolu üzerinde mehter takımıyla karşılaştık.. kırmızı giymiş uygun adım bir ahenkle sallanan, vur davula, bur bıyığı mehter takımı çok keyifliydi..
sonbahrın sonuna doğru yağan bu yağmurlar bende sanki su gökyüzündeki bütün kiri, dumanı bizim üzerimize sıvıyormuş gibi bir izlenim bırakır.. hava temizlenir, pis olan biziz.. daha rahat nefes aldığımı, havanın daha bir ince olduğunu hissederim, bir de bu havanın bana hatırlattığı başka bir şey..
eric draven'in detroit şehri.. çocukluğumdan izlemeye başladığım için sanki yaşamışım da anılarıma dahil olmuş bir hikayedir the Crow ve benim kendime ait hiç çizilmemiş ve senaryoya girmemiş anılarım vardır o şehirde o adamla.. inanmıyorsanız sorun kendisine.. onunla evliyim ben..
detroit şehrinde büyümüş biri için mehter takımının ne anlamı olabilir diye düşünenlere şunu söyliyeyim.. o şimşekler altında ve o yağmurda mehter takımının "ya allah" ve "desturrr" nidaları benim gibi kahramanlıklara inanan bir insanda zeus etkisi yarattı..
şimşekleri elimle yakalayıp başka yerlere fırlatabilirmişim gibi.. bir adım atsam bütün binalar zangır zangır sallanacakmış gibi.. ya da tramvayı beklemekten vazgeçip (!) gideceğim yere ulaşmak için kendimi haliçten bıraksam sulara denizi yüzerek geçebilecekmişim gibi..
bu yazı için mehter takımının resmi mi yoksa  the Crow'dan bir çizim mi alsam diye düşündüm kısaca ama mehter takımı hemen öne geçti.. bende bu acaip etkileri yapanların kim olduğunu görün ve siz de şaşırın diye..
diğer resim ise daha karanlık ve ıslak bir yazının süsü olacak..

12.09.2008

erkeklere göre değil

dün akşam ailecek izlediğimiz 27 Dresses başlıktan da anlaşılacağı üzere tam bir hatun filmi.. öyle her hatunun da izleyeceği cinsten değil.. yani hem boş vaktin olsun, hem filmle ilgili geyik yapabileceğin birileri olsun yanında (yalnız başına zor..), hem de abur cuburun bulunsun..

bunlar da yetmezmiş gibi akla uymazlıklar peş peşe gelsin (hayır hatun kişinin aynı gece iki düğünde birden nedime olması bile son sahnede olanlardan daha akla yatkın)..
neyse.. biz üç hatunduk, fırından yeni çıkmış kakaolu ve mısırunlu nefis bir kekimiz ve taze çayımız vardı, evet boş vaktimiz de vardı..
tamam çok da abartmayacağım.. eylencelik bir filmdi.. başrol oyuncumuz "bugün sana yarın bana" mantığıyla, şehirde evlenen herkesin danışmanı ve nedimesi olmayı bir insanlık görevi bilmiş, "o mutlu gün"ün geleceğine tüm kalbiyle inanan ama bunun için hiçbirşey yapmayan bir hanım kız.. güzeller güzeli (!) bir kız kardeşi ve böyle bir rolde harcanmış, aşkıyla yanıp tutuştuğu bir patronu var.. gün gelir güzel kız kardeş şehre döner.. Jane'in patronuyla tanışır, aşık olurlar ve evlenmeye karar verirler.. Jane'e bu düğünde büyük bir görev düşmektedir.. sırılsıklam aşık olduğu adamın ve biricik, annesiz büyüyen, zavallı kız kardeşinin düğününü organize etmek ve yine mükemmel bir nedime olmak.. filmin ilk karelerinden itibaren boy gösteren ama evliliğe inanmadığını ilk ortaya çıktığı sahneden itibaren devamlı dile getiren yakışıklı jönümüz de (James Marsden) Jane'le tam da yaklaşırken kalbini kırıverir..

bundan sonra ortaya çıkan olaylar, duygu fırtınaları, gaflet ve delalet içine düşmüş kadın ırkı, "dediğim dedik, çaldığım düdük" erkek milleti ve tüm o bir film için bile fazlaca kurgu olan olaylar bol boş vakti, aburu cuburu ve film hakkında geyik yapacak bir arkadaşı olanlar için biraz gizli kalsın.. ama şunu da söylemeden edemeyeceğim..

(bundan sonrasını filmi izlememişler ve izlemeyi düşünenler lütfen okumasın..)

son sahnedeki "beklenen" düğündeki nedimelerin hali filmin başından beri iyilik timsali, yardımsever, kan kustup kızılcık şerbeti içtim diyen kızcağızımız için biraz fazla kötüceydi.. nedimelik yaptığı 27 arkadaşına, o korkunç elbiseleri giydirip, 27sini de düğününde kürsünün yanına dizmesi çok zalimce ve akla aykırı olayların en büyüğüydü..

film için son söz

izlediyseniz üzülmeyim, çabuk unutursunuz..

izlemediyseniz, izleyecek daha iyibirşeyler mutlaka vardır..

5.09.2008

sebze günlüğü 6; bunların tadı şahane..


Sebzelerimden bahsetmeyeli uzun zaman oldu..
Tatilden döndüğümüz gün zaten ilk domates ve salatalıkları afiyetle yemiştik.. Tatilde olduğumuz hafta senenin en sıcak haftası olduğundan biz yokken hepsi alyanak olmuş.. Benim fotoğraf makinam tamirde olduğu için (dünyayı gezdi servis bahanesiyle..) fotoğraflarını çekip durumlarından bahsedemedim..

Evet durum işte bu.. Şimdi her sabah balkona çıkıp sebzelerimi sularken daha bir dik duruyor başım komşulara karşı.. Evet bu pis havalı semtte, bu güneşsiz balkonda az verimli de olsa, küçük de olsa bir bahçem oldu benim.. Kendi evimin bahçesine doğru büyük bir adım.. Domateslerin çekirdeklerini saklıyorum önümüzdeki bahara.. Umuyorum ki önümüzdeki bahar bu saksılarda domates yerine çiçek yetiştiririm.. Domateslerimi yetiştirecek küçük bir bahçem olur..

Şimdi çok geç ektiğim sivri biberlerde gözüm.. Bakalım onlar ne yapacak..

Önümüzdeki sene ise planlar daha büyük.. Bu balkonda ya da bahçemde..

  1. Kavun illaki yetiştirilecek.. (çok beyendiğim birkavunun çekirdeklerini sakladım) Tazefasulye ve patlıcan unutulmayacak..

  2. Domatesler hakkında bu sene geç edinilen bilgiler (mesela boğma tekniği) seneye profesyonelce uygulanacak..

  3. Bu hıyarları hiç beyenmedim, güzel Çengelköy hıyarı tohumu edinilecek..

  4. Umarım daha iyi bir makinayla çok daha güzel ve sık aralıklarla fotoğraf çekilecek.. hatta bir albüm bile olabilir (!) bu fikir hoşuma gitti..

  5. Gerekirse tohum ya da fide için Sarıyer köylerine doğru yolculuk edilecek..

  6. Ve son olarak.. bir bahçe ve huzurlu bir hayat için çok dua edilecek..

21.08.2008

Lili

birgün arayla izlediğim iki film de sevdiklerimiz için neler neler yapılabileceğini (bence) oldukça gerçekçi bir şekilde anlatılıyordu..

ilkinden bahsetmiştim, lars and the real girl..

ikincisi ise ingilizce adıyla Don't Worry, I'm Fine.. Orjinal adı ise je vais bien, nt'en fais pas.. Yönetmeni Philippe Lioret..

Lili tatilden döndüğünde ikiz kardeşini evde bulamaz.. kardeşi, babasıyla çok büyük bir tartışma yaşamıştır ve evi terketmiştir..  sancılı günler başlar.. Lili kardeşinin başına kötü birşeyler gelmiş olabileceğini düşünerek aşırı endişeyle hastalanır.. ne ailesinden sakinleştirici bir cevap alabilmektedir ne de kardeşinden.. üstelik ailesi bu durumu kabullenmiş gibi görünmektedir.. hastalığı büyür.. ailesinin tutumuna karşı bir başkaldırı gibi başlayan bu hastalık günlerini sarar ve Lili'yi ele geçirir.. aslında Lili'nin hastalığı filmin başında, filmin konusu gibi gözükse de aslında tamamen bir açılış..

sonunda bir gün kardeşinden gelen bir kart Lili'nin yeni hayatının başalngıcı olur.. o andan itibaren Lili'nin hayatı geri dönülmez bir değişime girer.. üstelik Lili aslında "olmayan" bir hayat yaşamaya başlamıştır..

film boyunca çalan şarkı Aaron'dan Lili..

müziğin filme ilk karıştığı sahnede zaten etrafınıza bir duvar örülüyor.. bu sözler film boyunca farklı sahnelerde defalarca kez sizi filmin içine çekiyor..

filmin konusunu pekiştiren nefis şarkısının YedinciGemi'deki çevirisi..

"lili.. şu sahte yaşamından sıyrıl bir daha.. ne olursun, bırak tüm alışkanlıklarını.. göreceksin, yaşanıyor ihtiyaç olmadan yardıma.. pek çoğu var öğreneceğin dahası.. ileriye atacağın her adımda.. karşına çıkacak her sorunda.. ben olacağım senin yanında.."

"ortasından geçeceğin her sokakta..  evvelinde bulunmadığın mekanlard.. ben olacağım senin yanında.."

"lili.. biliyorsun bizim gibiler için bir yer var hala.. her damarda dolanır aynı kandan.. seni melek yapanın kanatlar olmadığını anlarsın.. tek yapacağın çıkarmak kötülükleri aklından..ileriye atacağın her adımda.. karşına çıkacak her sorunda..ben olacağım senin yanında..ortasından geçeceğin her sokakta.. evvelinde bulunmadığın mekanlarda.. ben olacağım senin yanında.."

"lili.. bir öpücükteki göz açıp kapanmada bulacağız cevabı.. it tüm korkuları gölgelerin derinlerine.. benzeme sakın renksiz bir hayalete.. çünkü hayatın en güzel resmi senin içinde.. ileriye atacağın her adımda.. karşına çıkacak her sorunda.. ben olacağım senin yanında.."

"ortasından geçeceğin her sokakta.. evvelinde bulunmadığın mekanlarda.. ben olacağım senin yanında.."

filmi izleyip bitirdikten sonra garip bir boşluk ve hüzün duygusu kaldı.. bir de sorular.. kendi hayatıma dair..


tatil dönüşü, garip duygular..



tatilde olduğumuza inanamadan geçti bir hafta.. günler ne kadar da çabuk geçmeye başladı.. hemen herşeyi bir ekrandan öğrenir oldum.. çok daha fazla merak ettiklerimi ise telefonun bir ucundan.. (artık kablolu telefon da kullanmadığımıza göre "telefonun bir ucu" demek  ne kadar doğru bilemiyorum..)

tam da dediğim gibi ayaklarımı suya soktum.. zihnimi temizledim de geldim.. suya yakın olduğum yerde zihnim ne kadar temiz ve yüreğim büyükse, şehre geri döndükten sonra aklım karışık, içim sıkılgan oluverdim..

ben bütün bu işleri geri döndüğümde üstlenmek zorundaysam fazlasıyla, yaptığım şeye "tatil" demek ne kadar doğru bilemiyorum ama geçti günler.. hem de yılın belki de en sıcak haftasında..

yaz aylarını pek sevmem.. sıcak beni anlayışı kıt, anlaşılması zor yapabilir.. üzülmeye ve düşünmeye bünyem el vermeyebilir.. yaşadığım herşey dışımdan akıp giden bir film gibi kalabilir algımda.. evet.. tembellik ettim ve yazmadım.. bütün tatil bir o yana bir bu yana yatıp dışarıdan baktım herşeye..  ama yaz aylarında "dışarıda" olmak benim için en iyisi..

şimdi tatil bitti.. yepyeni bir tatile kadar "dışında" ve "içinde" olunacak şeyleri iyi seçmeli..

***

1. şalgam çorbası içtim..

2. dört kitap okudum, bir sürü insan dinledim..

3. akşamüzerleri bira ve sigara içtim..

4. parmak uçlarım buruşana kadar denizde kaldım..

5. ayışığında denize girdim..

6. dalgalarla oynadım..

7. bol su içtim..

8. bir daha ki "vadi" ziyareti için planlar ve bir de liste yaptım..

8.08.2008

yazar tatilde

yazar cuma sabahı itibariyle tatilde..

ayaklarını kuma gömüp, deniz sesiyle beynini yıkayacak..

içine limon dilimleri atılmış bira içecek..

kitap okuyup hayal kuracak..

eğer kıpırdanabilirse birkaç satır yazı yazacak..

döndüğünde eğer depresyona girmesse güzel hikayeler anlatacak..

güzel resimler paylaşacak..

...

...

ben burda yokken herkes birbirine mukayyet olsun..

domateslerime iyi bakın..

1.08.2008

lars and the real girl

2008 if! istanbul'da gösterime giren ve sessiz sedasız kayıplara karışan bir film lars and the real girl..

lars "hayallerinin kızı(!)" nı bulmuş belki de kasabanın en şanslı adamıdır.. filmde kocaman gerçek üstü bir sevgi var.. izlerken ilk başta lars'ın ailesinin içine düştüğü durumlar yüzünden stres ve sıkıntıyla oflayıp puflasam da bir süre sonra kasabanın kahramanca ve içten davranışıyla ister istemez hayaller alemine daldım.. hatta o kadar ki ben bile bianca'nın gerçek olduğunu hissedip, giydiği pantolonun ayakkabılarıyla ne kadar da uyumsuz olduğunu düşünmeden edemedim..

ancak filmin hikayesinin dışında bir lars'ın abisi rolündeki Paul Schneider'in içinde bulunduğu durumla ilgili halleri beni keyiften öldürdü diyebilirim..

izlemeyenler bu paragrafı okumasın  lütfen;

filmin beni en çok etkileyen sahnelerinden biri, lars ve bianca'nın beraber gittikleri bir ev partisinde geçen küçük bir sahne.. lars ve bianca bir grup hatunla beraber muhabbet etmektedir.. lars gruptaki bayanlardan birine içki almak için gruptan ayrılır.. içkiyi alırken uzaktan gruba bakmaktadır.. bianca'yla  gözgöze gelir.. bakışırlar.. lars sevgiyle gülümser.. işte o bakışı gördükten sonra bianca'nın gerçek olmadığını kimse söyleyemez..

işte bakışlarıyla bir kadını ve bir aşkı "gerçek" yapan oyunculuğu sayesinde filmde sadece Ryan Gosling için bile izlemeye değer..

ha bir de unutmadan.. filmdeki kasaba gördüğüm en güzel kasabalardan biriydi.. geniş caddeler, durgun havasıyla zaten birçok şeyi yaşayıp görmüş, en küçük kıpırtıya hasret bir hali vardı..

15.07.2008

sebze günlüğü 5; tek ihtiyacı(m)..



1. toprak

2. su

3. gün ışığı

4. ilgi

5. çok ilgi

14.07.2008

sebze günlüğü 4

inanılmaz bir süpriz..

her sabah yaptığım gibi gözlerim yarı açık balkona çıktım yine.. bebeklerim nasıllar diye..

güneşin azlığı ve benim acemiliğimle o kadar yavaş büyüyorlardı ki.. çiçekleri üzerindeyken sonbahar gelecek diye düşünmeye başlamıştım.. ama oldu.. üç domates fidemin üzerinde beni süprizler bekliyordu.. güneşin azlığı ve bulunduğum sokağın "iklim koşullarını" gözönünde bulundurursak açıkçası ne zaman sulamam gerektiği konusunda bile bunca zamandır bir türlü emin olamadım..

tam da aklımda ve içimde kocaman değişimler yaşarken.. yepyeni hislerle cebelleşirken bu küçücük yeşil sebzeler bana nasıl da iyi geldi anlatamam..

"Çünkü Arabide aynı kökten gelen "hayret" ve "hayranlık" sözcükleri onların lügatında yoktu ve onlar mucizelere şaşmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Nitekim, dünyanın döndüğüne en sonunda kafaları basınca bu kez de buna hayret etmekten vazgeçmişlerdi. Aynı şekilde onlar, düşlerini anlatanlara da kızıyorlardı. Çünkü düşler, onların gerçeklik duygularına aykırıydı. İşin kötüsü onlar, kendi gerçeklik duygularına gerçeğin ta kendisi diye bakıyorlar, aşina oldukları ve şaşırtıcı bulmadıkları herşeye gerçek diyorlardı. Oysa bu, gerçekdışı olanın tanımının ta kendisiydi. Çünkü Dünya'nın kendisi, bir mucize olarak, düşlerden katbe kat daha şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcıydı."

diyor İhsan Oktay Anar, Kitab-ül Hiyel'de.. Belki en iyi o anlatıyor..


13.07.2008

Still of the Night



Whitesnake..

İstanbulun sayılı güzelliklerinden biri artık benim için konsere gitmek.. Geçtiğimiz hafta en büyüklerden ikisini ön sıralardan izleme ayrıcalığını yaşadım.. David Coverdale gerçek.. Ben gördüm.. Çılgınlar gibi tepinip, bas bas bağarıyor..Now You're Gone'u da söyleseydi gerçek olmadığını  düşünebilirdim.. Söylemedi.. Konserin sonlarına doğru ön sıralardaki yerimizi terkedip arkalarda bir yer bulduk kendimize..Birer de bira alıp sahnenin keyfini çıkardık.. Coverdale seyirciyi hiç rahat bırakmadı.. O şarkı söylerken kimsenin dikkatinin başka yöne kaymasına müsade etmedi..Still of the Night seyirciyle bir ağızdanbol tekrarlarla söylendi.. Nefisti.. Coverdale tam bir RockStar olarak küstah ve şımarık, seyircisi de bir o kadar boyun eğen ve sadıktı..

İstanbul'dan Whitesnake geçti..   Benim sesim kısıldı..

8.07.2008

sebze günlüğü 3

gidebilmek hissimi canlı tutan bitkilerim artık yavaş yavaş çiçeklenmeye başladı.. biberlerim, hıyarlarım ve domateslerim birkaç haftadır güzel çiçekleriyle bana umut veriyorlar.. çok basit.. sadece zaman ve vazgeçmemekle ilgili.. zamanın yavaşladığı ve koşuyormuş gibi değil de sanki durduğunuz yerde herşey etrafınızda pervaneymiş gibi biryerlerin olduğunu öğrendiğimden beri belki de yaptığım herşey o yere ulaşabilmek için bir hazırlık..

bu yer bensiz olmaya devam ediyor ya.. ben o yersiz "ol"maya devam etmek istemiyorum artık..

sabahları erkenden kalkıp yaptıklarım, yakın zamanda içine girmeyi planladığım hayat için küçük hazırlık hepsi.. sanki o gün hava gereğinden fazla sıcak ya da kirli olmayacakmış gibi.. sanki heryeri motor ve insan sesleri sarmayacakmış gibi.. sanki o istemediğim kıyafetleri giyip gökyüzünü göremediğim ofisime gidip kendimi bilgisayarımın önüne hapsetmeyecekmişim gibi.. işte bir sene boyunca tüm bu prova saatleri beni biraz daha sakinleştirip teselli etti.. üstelik beklemediğim bir etkisi de oldu.. tam da ismini bilemiyorum ama.. aidiyet gibi.. artık yalnız değilmişim gibi.. artık biryere bağlanabilirmişim gibi..

bana geçen sene domates tohumlarını satan adam o küçük tohumların aslında benim için ne büyük bir değişim olacağını bilebilseydi belki de daha dikatli anlatırdı.. neyse.. ben o zaman bunlar için hazır değildim belki de..

şimdi hala ayaklarım toprağa basmıyor ama bir sınavı daha geçtim.. çiçekler meyve olacak..

herşey çok güzel olacak..

26.06.2008

heavy metal forever!!!



20-21-22 Haziran 2008

uzun zamandır "sert" müzik dinlemiyormuşum meğer.. üstelik kardeşimin de ilk konseri.. Kardeşimle gitmek ayrı bir keyifti.. kocaman gözlerle sahneye bakışını seyretmek.. ve ne kadar da hızlı bira içtiğini hayretler içinde görmek!!

müziği hayatına yaymış benim gibi kişiler için bir konsere gitmek sahne şovu ve dinledikleri dışında bambaşka şeyler de ifade edebiliyor.. Parkorman'ın ücra bir köşesinde ağaçların arasında küçücük, kaybolan hatta nerdeyse hiç ışıklandırılmamış, sese doğru gittiğimiz o küçük sahnede Katatonia'nın kaotik şarkıları için bundan daha şık bir mekan olamayacağını düşünmüştüm gözlerim kapalı dinlerken bazı şarkıları.. aynı his Dark Tranquility'de de vardı.. kalabalığın içinde bazen gözlerimi kapatıp sadece dinledim..

Dark Tranquility performansı benim için tamamen süprizdi.. bence festivalin gözbebeği Testament olacaktı.. muhteşemdiler.. ama ben gidip gitmemek konusunda bile tereddüte düştüğüm bir gruptan böyle bir sahne beklemiyordum.. bazı süprizler benim gibi süpriz sevmeyen biri için bile nefis olabiliyor.. Dark Traniquility'nin seyircisi de en az onlar kadar etkieyiciydi.. kimsenin hakkını yemiyeceğim.. yıllardır Türk metal dinleyicisinin ne muhteşem bir seyirci kitlesi olduğu hakkında yazılmış söylenmiştir.. bundan yıllar sonra da Türk death dinleyicisi hakkında böyle şeyler söylenecek..

bence Dark Tranquility ve Testament dışında festivalin diğer şık yanı Orphaned Land'in artık tamamen "bizden" olduklarını göstermeleriydi.. açıkçası bu konser için seçtikleri şarkıları pek beğenmesem de artık gide gele dilimizi konuşmaları ve konuşmayı tercih etmeleri keyif vericiydi.. ("seviyorummmm" diye bağarıyordu Kobi kalabalığa..)

sahneyle kaynaşmış seyirci beni her zaman büyülemiştir.. o kadar saat sabit bir noktada ayaklarım ve belim uyuşana kadar dikilmemin başka bir açıklaması olamaz.. sahnedeki adama dokunmak için saldırmayan ve sadece sözlerinden ve müziğinden etkilenen yüzlerce binlerce seyirci o müziğin fedaileri gibi gelir bana.. o yüzden konserlerde bulunmak ve o havayı solumak her zaman ayrıcalıklı hissettirir kendimi.. evet şanslıyım.. orda olmak harikaydı.. ellerimi sahneye doğru havaya kaldırırken yakaladım kendimi birçok kez.. sanki sese dokunabilirmişim gibi.. sonra kendimi yakalamayı bıraktım..

notlar..

**20 haziran günü milli maç vardı..Opeth sırasında bir grup kendini bilmez maça dair sloganlar atıyorlardı seyircilerin arka tarfında.. (bir kısmı boyunlarındaki kimliklerinden anlaşılacağı üzere orda görevli kişilerdi..) gaza gelen olmadı.. terbiyesizliğin boyutu büyümedi.. (en azından Parkorman içinde.. ) maçın izlendiği restaurantın içine girip "oooppeetthhh.." diye bağırmadık.. biz konser dinlemeyi seçen bir avuç insandık.. ayıp oldu.. hem bize.. hem Opeth'e..

**aynı gün konser çıkışı eve gitmeye çalışırken Maslak'ta Levent yönünde yere bağdaş kurup oturark bayrak sallayıp marş söyleyen bir kaç şahıs gerçekten çok salak görünüyorlardı.. hiç bir kutlamaya karşı değilim.. aksine herşey kutlanabilir benim için.. ama bırakın bir dolmuşun dolmuşluktan çıkıp taşmış durumda olmasının verdiği eziyeti.. bir ambulans ya da hasta taşıyan bir araç da olabilirdi o kilometrelerce durmuş bekleyen trafiğin arkasında..

**evet gene aynı gün.. o zirzopların asfalttan kalkıp yolu açmalarını beklerken, yanımızda bizimle burun buruna giden kallavi jipin penceresine oturmuş bayrak sallayan adamın bir mavi minibüs dolusu genelde siyah giyinmiş formlarını yitirmiş bir avuç zavallıya bakarak "aaa.. satanikler.." diye bağırması beni hem korkuttu hem de o adamla aynı havayı soluduğum için utandırdı..

**Orphaned Land "A Neverending Way" i çalarken esen rüzgar çok güzeldi..

**Orphaned Land'in Estarabim'i söylerken ellerimizi kollarımızı sağa sola sallattırması geçici bir bozukluk yaptı bünyemde.. üzerinde günler geçmesine rağmen hala kollarımı havaya kaldırıp sağa sola ritmik sallayarak "sağdan soldan.. estarabim.." diyebiliyorum.. kardeşim çok gülüyor..

ve son söz..

Chuck Billy.. sahneyi terkederken dedi ki..

"don't forget.. heavy metal forever!!!"

ben bunu hiç unutmayacağım.. hem de hiç..

3.06.2008

sebze günlüğü 2

Domates macerası fide olarak devam ediyor..

6-7 cm olan fideleri saksılara aktardım..

"Can suyu" nu yani ilk suyu bol vermek gerekiyormuş.. Sonra haftada 1 kez sulamak yeterliymiş.. Üstelik benim balkonum günde sadece 1 saat kadar güneş alıyor.. Zavallılar oldukça besinsiz kalıyorlar.. Ama ben azimliyim.. Göreceğim o güzel çiçekleri üzerlerinde.. Bu arada saksıya gelen ziyaretçiler de var.. Sağolsun balkonun kumru ziyaretçilerinin işi olsa gerek.. Domates fidelerimin yanından rokalar boy gösterdi..

Tabii bir yandan da domates yemek için az güneşli balkonumun güçsüz fidelerinden medet ummak biraz beni tedirgin etti.. O yüzden haftasonu Eminönü'ne gitmişken 2 tane "pembe domates" fidesi aldım..

Bir saksıya da roka tohumu serptim.. Deli rokalar hemen çimlenip saksıdan dışarı taşmaya başladılar bile.. Daha maydonozlarım var ekecek ama artık saksı toprak dayandıramaz oldum..

Haftasonu salatalıklarımı da çimlenmeleri için ektim.. Bu haftasonu onların da çimlenmesini bekliyorum.. Onların çimlendirilmesi de domatesler gibi.. 6-7 günde çimleniyorlarmış.. Sonra onları da saksıya almak gerekiyor..

Tabii aslında çimlendirme işlemi için geç kaldığımı da biliyorum.. Balkonda sebze yetiştirmeye heves edenler varsa tavsiyem artık fide alıp dikmeleri.. Ama ben açıkçası biraz da deneyim olsun diye uğraşıyorum.. Bu sene beceremessem seneye illa ki olacak diye.. Bir de söylemeden edemeyeceğim.. Koçtaş'ta bir "ev serası" gördüm.. (Şimdilik siteye koymamışlar) Hala aklım ondan.. Benim gibi balkonu çok rüzgar alan biri için nefis bir alet.. Neyse.. Önce kendime bu işi yapabileceğimi ispatlamayım demek ki.. Bir de bu tohumlar, saksılar, fideler bende yeniden ve pırıl pırıl fotoğraf çekme isteği uyandırıyor.. Güzel bir makina alabilmeyi diliyorum böylece..

Bu yazıdan itibaren "günlük"ün ismini değiştiriyorum.. Çünkü burası sebze bahçesine döndü.. Tabii ben bir saksıya da çilek ekersem yeni ismini sonra düşünürüz artık..

Sebzelerle ilgili son söz..

Sebzeler de benim gibi erken uyanıyorlar.. Her ne kadar İstanbul'un göbeğinde de yaşasam balkonda onlarla geçirdiğim birkaç saat gece gördüğüm kötü rüyalardan, sıcak yüzünden yarım yamalak uykunun üzerimde bıraktığı sersemlikten uzaklaştırıyor beni.. Toprağın gücü mü yoksa "yeniden" birşeylere hayret edebilmenin mucizevi iyileştirici etkisi mi bilemiyorum.. Ufacık bir tohumun dönüştüğü şey öylesine büyülü ki.. Aklım almıyor.. Televizyonda izlediğim, gazetelerde okuduğum (gazete okumayı bıraktım.. nerdeyse 1 ay oldu..) katliamlar, anlayışsızlıklar, aptallıklar silsilesi haberlerin şaşırtamadığı ben, toprağın suyla buluşup kabararak bir can'a dönüşmesine inanamıyorum, gözlerim yaşarıyor bazen.. Gülümsemeden edemiyorum.. Toprak ve tohumlar beni şaşırtıyor ve şaşırabiliyor olmak beni çok mutlu ediyor..

22.05.2008

cızz bızz..



Mangal yapalım diyip de günü geldiğinde kaybolanlara..

Pikniğe gideceğiz diye beni oyalayanlara..

Gözümün yaşına bakmadan geçen haftasonu piknik/mangal maceralarını anlatanlara..

Utanın..

Ben yaptım.. Yanına da bir bira açtım..

ayvalık; ataletteki konfor..

sıcak hava beni durdurur.. hareketlerim kısıtlanır, nefesim yavaşlar.. uykusuluğu "hastalık" olarak gördüğüm çocukluk yıllarımda babam eğer hiçbirşey düşünmezsem hemen uyuyabileceğimi söylerdi.. başaramadım hiç.. sıcak beni düşünceleimden uzaklaştırdı yıllar sonra büyüdüğümde.. sadece nabzımın sesi..

hafta sonu Ayvalık'a gittim.. hava ısındı.. sokaklarında yürüdüm.. o sokaklarda benim gibi "duran" insanlar gördüm.. Ayvalık sokakları insanın durup kendini sıcağa teslim edebileceği sayılı yerlerden biri diye düşündüm..

yer karolarının arasından patlayan çiçekleri, sokaklarının üzerini örten sarmaşıkları, bir sokak ötede denizi ve o sakin insanıyla..

Avalık'ta "durmak" hayatımdan kaybolan dakikalar gibi değil.. zamanında binbir kültürden insanı durdurmuş ataletindeki konforuyla.. kavgasız dövüşsüz.. aynı dili konuşmayan insanlar el ayak çekildiğinde pencereleri üzerlerine çekip Rum müzikleriyle Türkçe şiirler okuyup hem Türk hem Rum rakısı içip hem Türk hem Rum dertlerini birbirine katmışlar..

Ayvalık kendime sakladığım, korunması gereken bir duygu.. Alibey (Cunada) Adasının dalgakıranında bir şişe şarapla dalgaların betona çarptığında bulutların arasından bir görünüp bir kaybolan güneşinin havada uçuşan damlalara küçük gökkuşakları çizdirdiği, benim o gökkuşaklarının altından geçip büyük sırlara, küpler dolusu altınlara erişebileceğim şehir..

7.05.2008

bir duygunun adı..



  • yağmur yağsın..

  • Amy Winehouse çalsın..

  • yolculuk hazırlığı başlasın..


Masa başı huzursuzluğum.. Fonda "gittiğim yer"le özdeşleştirdiğim Amy Winehouse çalıyor.. Facebook yoluyla haberler geliyor ordan.. İlk gördüğüm andan beri merak ettiğim şey orada nasıl yağmur yağdığı.. Yağmur damlalarının ormanda nasıl ses çıkardığını merak ediyorum.. Dağların nasıl göründüğünü.. Yaprakların üzerinden suyun nasıl aktığını.. Denizin nasıl durulduğunu.. Kuma vuran damlaların kumu etrafa sıçratışını.. Sahildeki tentenin altında yağmur yağarken sigara ve şarap içmenin nasıl bir duygu olduğunu..

Şimdi camları açılmayan plaza kafesimde şişene kadar sandalyemden sarkıttığım ayaklarım beni evime taşıyacak.. Bu şehirde doğa olayları da diğer herşey gibi zamanın geçtiğinin habercisi.. Güneşin batması bir işgününün daha bittiğini haber veriyor.. Yağmurların yağmaya başlaması kışın yaklaştığını ve trafikte daha fazla zaman harcayacağımızı.. Havaların gitgide ısınması insanların ve diğer şeylerin daha pis kokacağını.. Hergün biraz daha "geç" oluyor tüm açlıklar için..

Ve hergün aynı hikaye.. O çok istediklerimize ulaşmak için tüm bu katlandıklarımız.. Herkes bir deniz kıyısında yaşamak istiyor, herkes çocuklarını tarfikten uzakta büyütmek istiyor, herkes bahçesinde sebze yetiştirmek istiyor.. Gözlerimi açıp bitmesini istiyorum.. Oraya ilk gittiğimde olduğu gibi zamanın durmasını ve sadece güneşin doğup batmasını istiyorum.. diliyorum..

(yazıda kullandığım resim burdan.. umarım sahibini kızdırmam.. biri bana bu resmi gösterse gerçek olduğuna inanmazdım.. gözlerimle görmeseydim..)

26.04.2008

çocuklar gibi şendik..

23 Nisan hiç bu kadar keyifli geçmemişti..

Sanırım çocukken de 23 Nisanlar tatil olsaydı hiç fena olmazdı.. Ben pek aktif (!) bir çocuk olarak her yaşmda kendime bir aktivite bulurdum.. Zaten yıllarca bandoda çaldığım düşünülürse, genelde 23 Nisanlarımı komik bazı kıyafetler içerisinde uygun adım trampetime vurarak geçirmem yeterince kötü anılar silsilesini beraberinde getiriyor geçmişi anımsadıkça..

Bu sene geçen güzel 23 Nisanlarım anısında kardeşimi arayıp anneme benim adıma Atatürk'lü tahta çubuklu bir kağıt bayrak ve bir de pamuk helva almasını tembihledim.. Annem tüm bayramları benim için özel ve eğlenceli kılmayı kendine bir görev edinmiştir zira.. Eğer ben o bayramda görevli değilsem, sabahın köründe beni kadırır, süsler, yola çıkarır ve elinden geldiğince en şık yerden gösterileri izlememi sağlardı.. 23 Nisan.. 19 Mayıs.. 30 Ağustos.. ve Edremit'in kurtuluş şenlikleri..

Bu sene İstanbul'da "kutlayacağım" ilk bayramımdı.. Ertesi gün hava sıcaklığı 10 derece kadar düşmesine rağmen sanırım tam bir bahar günüydü.. Keyifli bir sabahın ardından eşimle kendimizi Sarıyer'e attık.. Ve Winmaker'la.. Winmaker sonunda bisikletini almış..

Buluşmamızın üzerinden kısa bir zaman geçmişti ki kendimi çaresizce gülerken ve konuşurken buldum.. Temiz hava ve tatil bir araya gelince geri kalan herşey peşlerinden gelmişti.. Bir derenin yanından ormana doğru pedal çevirdik.. Sonra boğazda rüzgara karşı bir tur yaptık.. Ardından ormana doğru başka bir tur.. Ormana vardığımızda gün ve biz bitmiştik.. Nefis akşam yemeği hayalleri kurarak geri döndük..

İstanbul'da çok az bisiklete binilecek yer olması çok fena.. Yollar deli şöförlerin.. Kaldırımlar ise deli şöförlerin parkettiği araçlardan yer bulabilen zavallı insanların.. Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim.. Bisiklet kullanırken arabayla dibime kadar yanaşıp kornaya basmanız benim yokolmamı sağlamıyor henüz.. Sadece korkuyorum, dengemi kaybediyorum ve dilimin döndüğünce esaslı bir küfür savuruyorum..Bilesiniz..

23.04.2008

domates günlüğü 1; çimlenen tohumlar

Geçen sene balkonumda domates yetiştirebilmek için çekmediğim eziyet kalmadı.. Tamamen tohumları satın aldığım kişinin bende bu potansiyeli ya da yeterli azmi göremediği için yetersiz bilgi vermesiyle ilgili bir hayal kırıklığı.. Daha tohumlar çimlendiği zaman yanlış giden birşeyler olduğu belliydi ama ben kendi yetiştirdiğim domateslerden bir tanecik yiyebilmek uğruna aylarca direndim.. Sonuç.. Boş birsürü saksı.. Ayrıca bütün yaz boyunca saatlerce o saksıların başında boşuna geçirdiğim zamanı karşı apartman ve sakinlerinin baştan sona takip etmiş olmasının içimde bıraktığı eziklik hissi.. Tamam kim ne derse desin.. Bu sene bu işin benim için geçici bir heves olmadığını kanıtlamanın vakti geldi.. Karşı apartmanın tüm sakinlerine göstere göstere dalından tazecik koparılmış küçük domateslerimin üzerine mis gibi zeytinyağı gezdirip afiyetle yiyeceğim.. Acımasızca mı oldu.. Bilemiyorum.. Ama işi başından sıkı tutmak lazım..

Önce tohumları viyolde ya da küçük plastik bardaklarda torf içine gömerek (ama derine değil kesinlikle) biraz sulamak ve direk güneş görmeyen bir yerde üzerlerini bir naylonla örterek küçük seranın içinde çimlenmesini beklemek gerekiyor..

Geçtiğimiz hafta bir akşam oturup minik domates tohumalrını ektim.. Küçük bir seram oldu.. Tohumların bir kısmı çimlendi.. Biraz daha bekleyip onları saksılara alacağım..

Saksılara geçişte görüşmek üzere..

15.04.2008

bisiklet ve büyücü

kendimi dengesizliğin sembolü olarak görecek kadar aşırıya kaçabilirim.. duygusal alışverişlerini yoluna koyamamış bir insanım..
ya çok severim ya nefret ederim.. bu sadece bir bardak olabilir..
sık sık depresyona girip sıradan bir günde hiç sebepsiz yere etrafımdakilerin sinirlerini bozacak kadar keyifli olabilirim..
ağzımdan çıkacak ilk sesten irkilecek kadar uzun süre konuşmayabilirim..

yaptığım şey herneyse tadını kaçıracak kadar çok yaparım..

evet biraz abartmış olabilirim ama hep abartırım..
beni bilenler anlattığım şeylerin abartılmış olduklarını bildiklerinden kendi kafalarında bazı derecelemeler yaparlar..
bunu bildiğim için çoğu zaman anlatmaya "abartmıyorum" diye başalarım..
evet dengesizim.. ve bütün çocukluğum ayağım yere basmadan bir çift tekarleğin üzerinde geçti..
kendi hayatımı, başkalarının hayatlarını hatta kardeşimin hayatını bile tehlikeye attım.. (bunu o zaman anlayamayacak
kadar küçüktüm diye avutuyorum kendimi..)
hayatım boyunca rengi "pembe" olan başka birşeye sahip oldum mu bilemiyorum ama pespembe, koskocaman bir bisikletim oldu.. eğer maddenin bir ruhu varsa o da beni, benim onu sevdiğim kadar sevmiş olmalı..

dengesizliğin timsali olan ben.. tanıdığım en iyi dengede duran insan oldum.. büyücüyle tanışana kadar.. şimdi bir bisikletim bir de bisiklet büyücüm var.. her ne kadar baharlarda polenler yüzünden burnumu koparıp, damağımı kazımak istesem de bu bahar başka bir güzel geçecek..

**Yayoo.. naz etme al şu bisikleti.. ormanda keneler bizi bekler..

4.04.2008

ikinci bahar



İkinci Bahar Kanlıca sahiline inen nefis yolda ufak bir restaurant.. Ufak bir araştırma yapıldığında ufak mütevazi mekana karşın müşterilerinin pek de nüfuz sahibi kişiler olduğu görülüyor.. Neyse beni ilgilendiren kısmı bu değil tabii ki de.. ikinci Bahar işyerine baharın gelişinin müjdeleyicisi.. Oturmaktan keyif aldığımız bir balkon/terası var.. Çiçeklerle dolu.. Plaza insanları olarak baharın ilk günlerinden itibaren öğle yemeklerinde aklımıza gelen ilk yer orası..

Benim en sevdiğim yemekleri soya soslu et&tavuk.. Soya, krema ve mantarla kavrulmuş et ve tavuk parçaları, nefis pilav ve içinde dereotundan taze naneye dört dörtlük bir mevsim salatasıyla nefis oluyor.. Ardın da nefis bir sade kahve.. (Fırında makarnaları için ayrı bir yazı yazmak istiyorum)

Yemeğin üzerine arabaya doluşmuş, denize arkamızı dönmüş plazamıza doğru giderken aklımdan Suim geçti.. arayıp O'nu ne çok sevdiğimi ne çok özlediğimi söylemek istedim.. Her nefis yemekten sonra olduğu gibi bir daha ki sefere O'nunla gelmeyi hayal ettim..

Bahar ve güzel yemek insanın kimyasını darmaduman ediyor..

31.03.2008

kumru ailesi..

Geçen sene yaz sonuna doğru birden bahçeciliğe heves ettim.. Domateslerim büyük bir hüsranla fide olmanın ötesine gidemese de biberler konusunda fena sayılmazdım..Mutfak camımız ne yazık ki karşı duvara bakıyor.. Ben de kendi göz zevkim için pervaza biber saksılarını dizmiştim.. Kış geldi biberler kurudu.. Ben tam da havalar az daha ısınsın yeni biberler dikeyim diye düşünürken baktım en büyük saksıya görücü gelmiş.. 10 gün kadar önce bir kumru saksıyı mekan etmiş kendine.. Ufak bir ikilemde kaldım.. Evet yeniden biber yetiştirmeyi çok istiyordum ama o tombul kuşa da kıyamadım bir türlü.. Böylece saksının içine biraz bulgur bırakmaya başladım.. Derken haftasonu bir baktım bir kumru daha.. Bir telaş içerisinde saksıya konup konup uçuyorlar.. Pazar sabahı anladım ki bu hazırlık ve telaş minik yavruları içinmiş.. Saksının içinde minicik beyaz bir yumurtacık.. İş buraya kadar varınca ben de internette araştırma yapmaya başladım tabii.. Wikipediadan kumruların tek eşli olduklarını eğer biri ölürse diğerinin ömrünün sonuna kadar başka bir kuşla eşleşmediğini öğrendikten sonra sanırım iç burukluğuyla karışık büyük bir gönül bağı hissettim o tombul kuşcuklara.. Şimdi aynı evde yaşayan iki aile olduk.. Önümüzdeki 15 gün çok heyecanlı geçecek.. Çünkü ben o minik kumruyu çok merak ediyorum..

18.03.2008

lost oldum..

(4. sezon 7. bölümü izlememiş olanlar okumasın lütfen!)

Mutsuzum..

4. sezon başladığından beri günler daha zor geçiyor.. İlk 3 sezonu arka arkaya bir solukta izlediğim için şimdi bir hafta beklemek çok zor geliyor.. Spoilerlar teoriler dönüyor kafamda.. Yayınlandıktan sonra bölümü izleyip bir de pazartesi işyerinde izliyorum..

Jin'in öldüğünü öğrenmek hiç hoşuma gitmedi bir kere.. O da öldüyse.. Mezar taşının üzerinde Oceanic 815'in düştüğü tarih yazıyor(muş)..

Michael o gemiye nasıl bindi.. Kaptan, Sayid ve Desmond'a herşeyi anlattı da adadan birinin o gemiye bindiğini ya da öyle birini bulduklarını söylemeyi mi unuttu.. Tabii bir de "kaptana güvenmeyin" notunu yazan kişi var.. (Kendi adına "Charlie geri döndüüüü.." demeden edemedim..) Söylemeye gerek duymadığına göre Michael başından beri o gemideydi belki de.. Yani Ben'in ajanı olarak.. Ben, Walt karşılığında Michael'i gönderip gemi mürettabatına katılmasını sağlamış olabilir mesela.. Çok zor olduğunu biliyorum ama zaten neler olmadı ki.. O hayatta birileri 324 ceset bulacak güce sahip.. Hazır Çin büyükelçi de bulaşmışken hikayeye..

Hem Jack ve Claire kardeş olduklarını hiç öğrenemeyecekler mi..

Ve bir de hala Jack'in cebine attığı o taşlar hakkında bir kelime bile etmediler 4 sezondur.. O kadar çok merak ediyorum ki..

Çok keyifsizim..

28.02.2008

kitap hastalığı..



Bir kitap tarafından hasta edilen bildiğim tek insanım..

Alberto Vàsquez-Figueroa'dan Tuareg..

Bir süre önce doktora gitmem gerekti.. Metabolizma hızımı ölçmek için beni bir alete bağladılar.. Ve sonuç olarak metabolizmamın normalin çok altında çalıştığı ortaya çıktı..

Doktorum nefes almayı bilip bilmediğimi sordu (!)

Belki de yıllar sonra vücudumu dinlemeye başladım..

Kendimi defalarca kez nefesimi tutarken yakaladım.. Evet nefesimi tutuyorum ve aldığım zamanlar da uafk ufak nefesler alıyorum.. Ve sanırım bir çok insandan daha uzun süre hareketsiz kalabiliyorum.. (bir dönem bu şekilde yokolacağıma inandığımı da söylemeden edemeyeceğim..)

Her şey o adamın çölü geçmeye kalkışmasıyla başladı.. Sanki o sıcakta susuz kalan bendim.. Bir kayaya yaslanan ve vücudumun su kaybetmesini engelleyecek şekilde hiç hareket etmeden duran ve ufak ufak nefes alması gereken kahraman bendim.. Zaten sıcağı hiç sevmeyen bünyem sıcağa karşı bir savunma geliştirdi.. Pusudaki bir çöl hayvanı gibi.. Evet herşey böyle başladı..

25.01.2008

başla..

Image Hosted by ImageShack.us

Başlamak çok zor.. Nerden nasıl bilemiyorum.. Denemek lazım.. Olmazsa silerim.. Hatta burda yalnızım.. İstediğim gibi üstümü başımı düzeltip, çaktırmadan burnumu karıştırabilirim.. Burada yalnızım.. Ayrıca çok sıkıldım.. Evet çok sıkıldım.. Başlamak lazım..