23.09.2010

doğuştan yogi

























Cranberries.. yıllar oldu belki de oturup dinlemeyeli.. Umo taktı bu sıralar.. o kadar çok açıyo ki sesini, ondan duyuyorum sonra canım çekiyor.. aman tanrım.. wake up and smell the coffee‘yi ne çok severdim ben.. ne çok dinlerdim.. misafir olduğum iki ev vardı hayatımda o dönem.. benim evimin olmadığı bir zamandı.. ama o iki evde güzel ağırlanırdım.. en keyiflisi de her ne kadar kendi evimden başka yerde uyumayı sevmesem de mis gibi deterjan sabun kokan yataklarda yatmaya bayılırım.. hele bir de yorgunsam.. (ne çok yorulurdum o zamanlar..) işte o iki evde yastıklara gömülüp mis gibi keyifli uyurdum..

hım, bir de Anya.. harddisc’im tıkabasa dolmuş.. bakayım, silinecekler var mı derken Deep Purple ile karşılaştım.. Anya ne çok sevdiğim bir şarkıydı benim.. unutmuşum.. geçenlerde de Annie, April‘i anımsatmıştı..

bundan yıllar önce (yaklaşık 14-15 sene hem de) yıllarca mektuplaştıktan sonra tanışmaya karar verdiğimiz bir mektup arkadaşım vardı.. ailesi Edremit’e bırakmışlardı onu, bir haftalığına.. eve geldikten sonra bana demişti ki.. “bazı evlerin kokuları vardır ya.. sizin ev bizimki gibi kokuyor.. burda kendimi evimde hissettim..”

dün akşam eve dönerken kendi kendime “ben tembel miyim gerçekten yahu?” diye geçirdim aklımdan.. o kadar çok çalışMAmak ister olmuşum ki.. tembellikten mi bu yoksa diye bir kuruntu sardı içimi.. öyle bir içerledim kendime.. sonra iki işte çalıştığım zamanlar geldi aklıma.. kafama yıldırım düşse yıkılmayacak gibi koşardım ben.. (işte o iki evde prensesler gibi ağırlandığım zamanlar..)

sonra da uzun ve ayakta geçirdiğim çalışma saatlerimden kalma bir alışkanlık buldu beni.. tek ayağımın üzerinde durup diğerini yere bastığım bacağımın iç kısmına yaslayarak ve ayak değiştirerek saatlerce ayakta durabilirdim.. dün akşam bunun aslında bir asana olduğunu öğrendim.. keyiflendim.. işte resimdeki gibi.. tabii ben kollarımı havaya kaldırmıyordum çalışırken..

bu yazıdan çıkarılacak bir sonuç varsa o da aklın bir KUŞ olduğu.. bazen uçar gider.. (bu yazıda olduğu gibi..) bazen de.. hımm.. o kısmını bilemedim şimdi..

ha bir de Alpay vardı.. hatırlar mısınız.. onun bir de şarkısı vardı.. “gece saçlı kadınım”.. hay allah..

19.09.2010

ballı ekmek..



kaç zamandır ekmek yapmak istiyorum ama mutfaktan öyle bir elimi ayağımı çektim ki, içimden gelmedi bir türlü..

ama aklımda da hep aynı düşünce, sabahları çayın yanında zeytinli ekmek ne güzel gider..

işte sonunda bu akşam kalktım ekmek yapmaya.. 40fırınekmek‘te gördüğüm tava ekmeği tarifi içinde iki yemek kaşığı bal bulundurduğu için dikkatimi çekti.. ben bir de gözümü karartıp zeytin ekledim içine, hem de bolca.. zeytin yüzünden unu biraz bolca koydum ve gün boyu kabarmamakta direnen hamurum fırına girince birden mutlu olmaya karar verdi..

sonuç işte bu..

yarın sabahı iple çekiyorum..

18.09.2010

hoşgörü diyecektim ben..
























cennetlerini evlerinde yaratmaya çalışan bir grup insanız biz..

birimiz fenalaştıkça evinin bir duvarını boyamaya girişir.. diğeri nefes alan ve insan olmayan her canlıyı (biz haricinde..) ceplerine doldurup gezmek ister..

işte o ceplerine herşeyi dolduran kız, gittiği yerlere bazen beni de taşır.. bir sürü şey ve bir kaç kişiyle beraber gittiği bir geziden getirmişti şu yandakini.. gerçekten görseniz, küçük parmağımın tırnağı kadar bir şey bu..anlamadınızsa söyliyim.. ağzına kadar dolu bir bira bardağı o..

geçtiğimiz Mayıs hatta 2010 Mayıs’ı diyeyim de yaşıma uygun olsun (!) bir gece, ruhumu serbest bırakıp, gözlerimi tv’ye dikmiş, geç bir saatte yana yatmış, yapayalnız otururken telefonum çaldı.. (polisye bir giriş oldu.. şimdi esrarengiz bir kadın girip “kocam beni aldatıyor” diyecek sanırım..) bilmediğim bir numara olması dışında (isim çıkmamışsa bilmediğim numaradır ya.. yoksa numaranın destani uzunluğunu farketmemişim bile..) dikkatimi çeken bir şey yoktu.. açtım.. çok uzaklardan “sevinç” dolu bir ses.. GökçeKız daha sonra şu yazıyı yazdığında “tamam” dedim, “ben burda yaşayabilirim..” kesilip gelen ses sayesinde bağarış çağarış konuştuk birkaç dakika.. bana dedi ki “duyuyor musun?” dinledim.. “okyanusun kıyısındayım..”

İstanbul’a döndükten sonra resimlere bakarken gördüğüm yer gözlerimin dolmasına yol açtı.. O’na dedim ki.. “İngiltere’ye gidersem, tek gideceğim yer burası olacak.. ve ben burda yaşayabilirim..” bana dedi ki.. “biliyorum, seni o yüzden ordan aradım..” işte gene cebindeydim.. canım arkadaşım beni St. Ives’de cebinden çıkarıp birasını içerken karşısına koymuş demek..

bu bira bardağının resmini buraya koymak için çok bekledim, yanına uygun düşecek satırları toparlamak için.. ama şimdi de yazdıklarımı toparlayıp doğru düzgün yazmayı bırakabilecek miyim diye düşünüyorum.. bu sabahın doğru vakit olduğunu nerden anladığımı sorarsanız, bu sıralar ben de seni çoğu zaman cebimde gezdiriyorum Gökçecim.. o yüzden yaptığına ettiğine dikkat et.. iki gözüm de senin üzerinde.. sonra hesap vereceğin kişi laftan anlamazın önde gideni biliyorsun..

şimdi şöyle bir gözden geçirdim de yazdıklarımı, yazının başında aklımda “hoşgörü” ile ilgili bir şeyler vardı.. ama şimdi yok.. ama çok hazırlanmıştım.. biz o cennetlerini evlerinde yaratmaya çalışan kızlar çok bahsederiz hoşgörüden.. ama adına “hoşgörü” demeden.. belki St. Ives bana “hoşgörü” dolu gözüktüğü için yazmak istedim hakkında.. ama şimdi toparlayamadım.. ille de olsun diyorum ama.. nasıl olsa bizim kızlar anladı..

hoşgörü..

** bi de keşke ben de seni okyanusun kıyısından ararım Gökçe.. “bugün surf tahtasından düşüp kafamı kayaya çarptım.. surf şeklinde bir yarık oldu kaşımda.. dikişler alınınca oraya surf tahtası dövmesi yaptırmayı düşünüyorum” gibi şeyler söyleyip aklını başından alırım.. ya da hayal değil mi yahu.. mesela 4 senelik bir dünya turuna çıkmış arkadaşlar olarak senede 2 kere St. Ives’de buluşuruz.. (ben 4 senenin sonunda Eden Project‘te çalışmak içim St. Ives’e yerleşeceğim çünkü..) olmaz mı kedilim..

hoşgörü de şart tabi..

13.09.2010

benim burda ne işim var?

sonunda Sui ve Win beyler insafa geldi de siteme kavuştum.. bu arada anlatacak şeyler de birikti tabii.. ama ben gel git akıllıyım.. umarım toparlayabilirim hepsini..

bilgisayarımda müzik kalmamış.. bugün laptopumu getirmek zorunda kalmıştım işyerime.. orda Tolga Bey ve GökçeKız‘a İngiltere’ye gidrler iken hazırladığım “sakine” karışık cdsini buldum.. oysa sabah ilk günün stresini kaldırabilmek için bolca B vitamini almıştım ki şimdi de ağlamaklı oldum.. tatilden döneli birbuçuk gün oldu.. daha yolda girdim strese.. oysa iki gün önce tek derdim mangalda pişmiş sucukların üzerine tatlı suda yüzmeye çalışırsam boğulup boğulmayacağımdı.. üzerine de daha kaç tane mısır yiyebileceğim..



en sevdiğim ay diye birşey yoktu benim ama bu sene karar verdim ki Eylül’e bayılıyorum ben.. daha 1 Eylül’den itibaren gökyüzü karardı, yağmur yağmaya başladı.. Körfez’de gökyüzü yine çok renkliydi.. yukarıdaki resimi Mehmetalan Köyü’nden dönerken çektim.. öyle tatlı bir rüzgar esiyordu ki anlatamam..

Mehmetalan Köyü bunca zaman Edremit’te yaşadıktan sonra ilk kez tanıştığım biryer benim.. (facebook sayfası bile varmış.. ) yolu Hasanboğuldu’yla aynı ama Mehmetalan daha yukarıda.. dolayısıyla daha az biliniyor ve suyu daha deli..

güzel kamp yerleri yapmışlar bu sene oraya.. Fethiye’deki gibi.. ama bunların farkı denizin kıyısında değil nefis bir nehrin kıyısında olmaları.. biz Eylül sakinliğinden faydalanarak hemen mangalımızı yaktık.. (Win yazının bundan sonrası senin için acı verici olabilir ama bana çektirdiklerine say..)



ben bu sefer sucuğu unutmadım..



tabii mangalda sucuk olur da kırmızı şarap olmaz mı ki? işte engüzel Kayra Cumartesi resmi..



bunca zaman mangal yapıp da içimde kalan bir diğer güzellik de işte bu..

“yediğinde gözüm yok, gezip gördüklerini anlat” derseniz işte o biraz daha tehlikeli..

Mehmetalan Köyünde akan o nehir var ya, işte o bazı yerlerde havuzlar oluşturmuş ve oldukça büyük havuzlar.. bazı yerler boyu oldukça geziyor.. gittiğimiz kampın sahibi üşenmemiş bir iskele bile yapmış.. yemekten sonra çok çok uzun bir süre o buz gibi sudan çıkamadık.. atladık, yüzdük, kahkahalar attık..

duru suyun üstüne yatıp da gökyüzüne baktığımda tek gördüğüm nehrin üzerine kapaklanmış ağaçların arasından mendil kadar gökyüzüydü..



artık üşüdük diye hangimiz sudan çıkmaya kalksa, her seferinde geri döndü.. herkes mutluluktan sarhoş kahkahalarla dağları çınlattık..

sonra gel de gözlerine anlat İstanbul’da ne aradığını.. gel de yüreğine anlat ağzına kadar çıkmışken nasıl olsa tekrar geri döneceğini.. dün akşam Şirince’den aldığım meyve şaraplarından birini daha içtim rahat uyuyayım diye.. bakalım bu gece nasıl geçecek..

hem Isabel Allende‘nin yeni kitabı da çıkmış..

bari ağlamadan önce son bir resim daha gireyim..



işte bu da yüzdüğümüz yer..

gittiğimiz yerin adı ise Akaleos Camp.. sitede bilgileri var ama çöp atanı, zarar vereni görürsem döverim.. baştan söyliyeyim..