31.07.2009

wristcutters: a love story















hakkında hiç birşey bilmeden başına oturduğum filmleri seviyorum.. wristcutters da onlardan biri oldu.. hem de bir yol hikayesi.. hem de ne yol.. TomWaits'den "dead and lovely" ile açılan filmin baş karakteri Zia'nın (Patrick Fugit) önce intihar edenlerin dünyasına yaptığı kısa yolculuk ve daha sonra da intihar edenlerin dünyasında yaptığı uzunca bir yolculuğu anlatan fimin müzikleri, renkleri konuyu nefis bir şekilde destekliyordu.. ama filmin beni etkileyen genel başarısı ayrıntılar üzerine kurulmuş güzel bir öykü olmasından kaynaklı.. o kadar ki, filmde bir kara delik bile var ama ne izleyene ne de filmdeki karakterlere garip geliyor.. (zaten garip olan bişi varsa, o da intihar edenlerin bir dünyası olması.. değil mi.. biliyorum..) filmin başka bir güzel ayrıntısı ise karamsar müziğiyle filmin başında sesini duyduğumuz Tom Waits'in ilerleyen sahnelerde, yan rollerden birinde görmemiz.. ve üstelik filmin bu kadar karamsar müziğe, temaya, renge sahip olmasına rağmen sıksık güldüren bir karamizah olması da cabası..

genel olarak konu; Zia'nın intihar ederek ulaştığı, intihar edenlerin dünyasında (aslında intihar edenler için çok büyük bir cezadır.. yeniden yaşıyor olmak hem de yıldızsız bir gökyüzünün altında, hiç gülemeyerek..) yolları kesişen Eugene (Shea Whigham), Mikal (Shannyn Sossamon) ve Zia'nın, Zia'nın intihar ettiğini öğrendiği eski sevgilisi Desree'nin peşine düşmesinden ibaret.. bir de Mikal'in "buranın sorumlusunu" bulmaya çalışması tabii..

filmin sonu her ne kadar çok da "bağlayıcı" olmasa da, filmin girişi ve gelişmesi o kadar hafif ve akıcıydı ki, kapanışında da gülümsemeden edemedim..

yönetmen Goran Dukic'i de diğer filmlerini de izlemek üzere buraya not aldım..

29.07.2009

ekmek



soldaki jalapenolu.. Suiwar'a..

sağdaki zeytinli.. Winmaker'a..

ekmek yapmak çok keyifli..

sevdiğin birileriyle kahvaltı yapmak da..

24.07.2009

dolma saran tavşanlarız..


















bu sabah Bekir Coşkun'un yazısını okumama sevgilim vesile oldu..

festival alanına ilk gittiğimde aklımdan geçen şey "bu konserler için ne kadar uluorta bir mekan" diye düşünmek oldu.. genelde ParkOrman, MehmetAkifErsoy Orman'ı gibi yerlerde yapıldığından, KüçükçiftlikPark bana çok gözönünde gelmişti.. (bilmeyenler için; Dolmabahçe-Maslak yolundaki lunapark alanı) göz önünde olmasından hoşlanmayışımın sebebi utanılacak çekinilecek bir durumda olmamız değidi tabii ki.. çok kısa bir süre önce konser basan, galyana gelmiş, birbirini fişteklemiş bir grubu televizyonda gözlerim yuvalarından fırlamış bir şekilde izlediğim içindi.. kendine benzemeyeni sevmeyen, sevmediği yetmezmiş gibi canına kasteteden, hatta yolda yürürken bile başına gelecekten korkan, korku içinde yaşamaya mahkum edilen bir toplumda yaşıyorum çünkü ben..

böyle şeyler yazmak bana pek uygun değil.. ben Bekir Coşkun'un yazısını kopyalıyorum buraya.. izniyle..

"Rock çocukları...

ŞARKILAR söylüyorlar...

Şarkılar onlar için ekmek-hava-su gibi...
Bir konser öncesi, sabahın ayazında, montlarına sarılmış, ıslak çimenlerin üzerine kıvranmış uyurken görmüştüm onları.

“Neyi bekliyorlar?..”

“Şarkıları...”

Çoğu birkaç dil biliyor. Her şeyi tartışmaya hazırlar. Dünyanın tümünü kendilerinin kabul ediyorlar. Onlar için ırk-dil-din ayrımı yok...

Çevre savaşçıları, küresel emperyalizme karşı duranlar, savaşlara “hayır” diyenler de onlardan çıkıyor...

Kirli dünyaya itirazları var...

Ve özgürler...

*

Küçükçiftlik Parkı’nda yerli-yabancı grupların katıldığı Unirock Festivali vardı. İşte Başbakan Harbiye’ye geçerken onları gördü.

Çocuklar dans ederek şarkılarını söylüyorlardı.

O an içinden belki “Fesuphanallah...” dedi Başbakan...

Arabanın siyah camının arkasından, gözlerini kısarak, dolma saran tavşan görmüş gibi şaşkınlıkla baktı onlara.

Nitekim ilk konuşmasında “...Giderken maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördük. Üzüntü vericiydi. Böyle sınırsız-kontrolsüz bir ahlaki erozyonun olduğu yapılanma bizi dertlendiriyor” dedi...

Ne yaptı ki çocuklar?..

Babalarının iktidarında tavuk yemi ithalatı işine mi girdiler?..

Büyük çarşıların önünü bedava kapatarak haşlanmış mısır ticareti mi yapıyorlar, babalarının adını sermaye yaparak?..

Baba dostunun bursu ile okuyup, bir anda mücevherat şirketi sahibi olma olanakları da yok...

Gemicik hayalleri de olamaz...

*

Onlar şarkılarını söylüyorlar...

Niye bu kadarcık haklarını “ahlaki erozyon” sayıp, ayıplayıp, sonra da oturup dertleneceksiniz?.. Şarkı söylüyorlar, şarkı...

Cennet kadar güzel, ama yağmalanmış-çalınmış bir ülkede doğdular... Onları bekleyen kötü yaşamlara, bunalımlara, işsizliklere, haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı, şarkı söyleyerek yürüyorlar.

Sadece şarkıları var... "

21.07.2009

biber















şu yandakiler benim bu sene ki ilk balkon hasatım..

Eminönü'den aldığım 5 biber fidesinin verdikleri.. hala üzerlerinde çiçekler ve daha olgunlaşmamış biberler var.. ne yazık ki organik değiller.. ama en azından benim balkonuma geldikten sonra herhangi bir ilaçla karşılaşmadılar..

sevgilim tadlarını çok sevdi.. çıtır çıtır körpecik.. bir iki dilim peynirle mideye gönderdi..

ben en çok toplamayı sevdim..

verdiğim emeği sevdim..

emeğimin karşılığını almayı sevdim..

tabii yine Fethiye hayalleri.. tatlı rüyalar..

20.07.2009

unirock fest 2009 fiyaskosu

















geçen sene ParkOrman'da yapılan Uni-Rock Fest'in ardından bu sene tam bir fiyasko yaşadık..

Maçka Küçükçiftlik Park (hani şu lunaparkın olduğu alan..) 3 günlük bir festivali kaldıracak büyüklükte değildi.. cuma akşamı Arch Enemy için gittiğimizde  adım atacak yer bulamayınca şaşırdık kaldık.. sırayla; sahne, ayakta dikilmekten başka şansı olmayan yüzlerce katılımcı, yiyecek tezgahları ve çadır alanı olarak 4 katmandık ve hiçbirinin arasında boşluk yoktu.. el mahkum konserin başlamasını bekledik.. ayakta..

bir diğer şok edici durum ise alanın tamamen beton olmasıydı.. hiç beton "festival" alanım olmamıştı.. çok şaşırdım.. yani ayakta durmaya artık dayanamayıp da mendil kadar, poponumu koyacğınız bir alan bulacak kadar şanslıysanız, o alan da beton olmak durumunda.. nerde ParkOrman'ın yapay çimleri.. nerde o çimlerin üzerinde fink atan karıncalar.. her yer beton ve.. toz tabii ki.. bir de.. Beşiktaş'ın göbeğinde çadır alanı da neyin nesi.. Beşiktaş yürüyerek 10 dakika ve ordan da her yere ulaşım var zaten..

tüm bu olumsuzluklara cumartesi gecesi bir de bel ağrım eklenince pazar günü Amon Amarth'ı izlemeye gidemedik.. ancak Arch Enemy ışıldıyordu diyebilirim.. zaten festivale gitmek için beni heycanlandıran ilk şey Angela Gossow'u sahnede görmekti.. gerçekmiş.. o ses ona aitmiş.. ve detone olmadan arka arkaya bisürü şarkı söyleyebiliyormuş.. Angela'nın sanırım "müzik kası" var.. muhteşemdi.. Paradise Lost ise duruşu ağır çok şık bir sahne performansı sergiledi.. arkasından sahne alacak olan Kreator fanları rahat durmadı ama onlar çok iyiydi.. Kreator hakkında ise pek konuşmaya gerek yok sanırım.. Kreator seyircisinden çok memnundu.. syircisi de Kreator'dan.. Arch Enemy'den sonra en çok görmek istediğim grup olan Rotting Christ'i ise saçma sahne saatleri yüzünden kaçırdım.. evet kaçırdım.. bu konu hakkında tek kelime duymak istemiyorum..

şimdi önümüzdeki konserlere bakacağız.. canım çok fena Faith No More çekiyor ama konser nerde tahmin edin..

17.07.2009

hayallerim..






















yepyeni bir maceranın peşindeyim son günlerde.. beni okumak kadar mutlu eden bişey.. internette resimler arasında kayboluyorum.. sadece resim ama.. öykülerini kafamdan yazıyorum.. resmin bir köşesine benden bir eşya iliştiriyorum.. gözlüğümü koyuyorum masanın üzerine.. kitabımı bırakıyorum divana.. hızlı hızlı.. ordan oraya..

şu yandakini burdan buldum.. bayıldım..

daha çok ffffound da geziyorum..

hayyalerimi tazeleyip, yeni yeni hayaller kuruyorum..

düşünüyorum da; böyle güneşli saatlerde ve sıradan gibi duran bir günde.. evimi ne kadar görebiliyorum.. işim olmadan.. haftanın 2 gününe işlerimi ve eğlenmeye çalışmalarımı, bir de hepsini yapıp, dinlenmelerimi sığdırmaya çalışmadan..

içerden kahve kokusu ve fırındaki ekmeğin kokusu gelirken.. elimin altında çerez tabağı, çerezleri eşelerken ve tek elimle kitabını tutmaya çalışırken..

12.07.2009

Tuborg Gold

















pazar akşamüstüsü..

hava akşamın getirdiği hafif kızıllıkla, yağmur yağabilme ihtimalinin getirdiği boğucu kızıl karanlık arasında sıkışıp kalmış.. bi sürü karınca basınçtan ve nemden boğulmuş olmalı..

sanırım tv'yi açmamak insana zamanı unutturuyor.. (saçmalıklardan seçmelerin sıralı döngüsü.. şimdi reklamlar sosuyla..)

luna'ya sorarsanız; Tuborg iyidir..

luna şerbetçi otu'nun acı tatdını pek sever..

biranın iyisi kötüsü sorgulanmaz arkadaşlar arasında ama Tuborg Gold iyidir..

8.07.2009

XXY
















XXY bir süre önce izlediğim bir film.. ama etkisi hala devam ediyor..

çiftcinsiyetli Alex'in etrafında gelişen olayların kısa ancak hayatlarında kargatulumba bir dönüş yaratan bir bölümünü izliyoruz..

konu kısaca; Alex çift cinsiyetli 15 yaşında bir çocuk.. ailesi Uruguay'da küçük bir balıkçı kasabasında yaşamayı seçmiş,  Alex'i dış etkenlerden koruyabilmek için.. yurtdışından gelen misafir bir aile, 15 yaşın Alex için bir dönüm noktası olmasını tetikliyor.. çünkü bu zamana kadar bir kız çocuk gibi yetiştirilmiş hatta sakallarının çıkmaması ve birçok erkeksi özelliğin önüne geçilebilmesi için devamlı ilaç kullanmak zorunda kalmış.. fakat gelen ailenin babası bir estetik cerrah ve aslında orda bulunma sebebi de Alex'in durumu hakkında fikir vermek hatta ameliyatı yapmak.. bu ziyaterle beraber Alex'in kafa karışıklığı, kendini anlamaya çalışması, karar verme süreci ve bu süreçte etkili olan birçok olayı bazen gözlerim dolarak izledim.. insanların kendine benzemeyene karşı ne kadar acımasız olabikleceklerini, aslında ödlek ve tutunamamış bir çok insanın azınlık karşısında nasıl güç gösterisi yapıp kendini tatmine gidebildiğini çok yalın bir dille anlatmış film.. öyle ki, bazı sahnelerde çocuk oyuncuların rol yaptığına inanmak imkansızlaşıyor.. yönetmen Lucía Puenzo'nun konuya belgeselvari yaklaşımı kadar, kör göze parmak sokarcasına anlattığı durumlar da var.. ancak bu durumlar da filmin yoğun duygusu içinde kaybolup gidiyor..

filmin trailerını burdan izleyebilirsiniz.. Inés Efron'un muthiş oyunculuğu için bile izlenmeye değer olduğunu düşünüyorum..

söylemeden edemeyeceğim; Alex'in walkman dinleyen insanlarla ilgili tespitini anlatışı çok çok tatlıydı..

7.07.2009

2 bilet arasındaki sınırsız fark



















konserle başladı bu yaz da.. tam gaz devam ediyor.. açıkçası Dream Theater dışında beni şuana kadar cezbeden olmadı.. belki Placebo ama bu sefer Dream Theater'ı kaçırmam sanıyordum.. olmadı..

şimdilik hazır olan tek konser biletim geçen sene de gittiğimiz festival; UniRock Fest.. Arch Enemy'den Paradise Lost'a bir sürü grup var.. hiç birini tek tek gidecek kadar sevmem ama bu kadro bir araya gelince gidip görmemek kayıp olur diye düşündüm..

yandaki resimde 19 Eylül 1998 tarihinde İstanbul'da gerçekleşen the Rolling Stones konserinin bileti var.. 19 yaşındaydım ve 650 kilometre yol gelmiştim İstanbul'a.. aklıma geldince bile kalbim hızlanıyor.. gördüğüm en muhteşem konserdi.. biletini elimde tutmak bile garip bir his yaratıyordu.. o zamanlar biletix yoktu.. iyiki de yokmuş.. anlıyorsunuz değil mi.. çok söze gerek yok.. üzerindeki the Rolling Stones kabartmalı damga, hatta (burda gözükmese de..) the Rolling Stones logolu 3 boyutlu bandrol bile böyle "tarihi" olaylar yaşamış insanlar için paha biçilmez bir değer taşıyor.. du..

5.07.2009

deviantart



uzun zamandır hayran hayran izlediğim, bir ucundan bulaşınca saatlerce içinden çıkamadığım, nasıl her şeyi wiki'ye danışıyorsam, görselleri de ilk ona danıştığım deviantart'da artık benim de bir sayfam var..