23.06.2009

transporter 3














haftasonu Transporter 3'ü izledim sonunda.. ben bu seriyi çok seviyorum.. çamur atacak varsa şimdiden yazıyorum.. çok kızarım.. ceketimle döverim..

Jason Statham, zamanında Lock, Stock and Two Smoking Barrels ile kalbimizi çalmıştı.. daha sonraları biraz daha farklı bir yol izleyerek, kaslarını geliştyirdi ve eğlenceli, bol aksiyon filmlerinde boy göstermeye başladı.. hatta öyle ki kendisi benim için zamane Bruce Willisdir.. zira Jason'ın da saçları Bruce'un yaşına geldiğinde daha farklı olmayacak.. zaten Transporter serisi de benim için Die Hard serisi gibi..

Transporter 3'ün en beğendiğim yanlarından biri -inanmayacaksınız ama..- daha çok diyaloğa yer verilmiş olması.. müfettişle yaptıkları muhabettler çok eğlenceli.. hatta bu muhabbetlerin yanında Frank Martin gönül işlerine bile bulaşıyor.. vee.. son günlerde kravat denen naneye fena halde takılmışken, Frank Martin'in karavatını gerçekten "kullanmış" olması beni çok etkiledi.. kravat ve gömleğinle adam dövmüyorsan, o bağcık ne işe yarar??!!

neyse.. film bence 10 numara bir aksiyondu.. Frank Martin kaslarına kas katmış, yine deliler gibi araba kullanıyor.. bol bol yakın çekim Audi logosunu görüyoruz.. Audi isteyip iç geçiriyoruz..

ha bir de.. filmimizin kötü adamı; Robert Knepper.. T-Bag yani.. güzel olmuş..

canı sıkılana.. içi daralana.. şiddetle tavsiye ediyorum..

21.06.2009

kırmızı balık



kırmızı balık kaç kaç..

balıkçı Hasan geliyor..

kırmızı balık kaç kaç..

balıkçı Hasan seni tutacak..

19.06.2009

sad sad luna
















İstanbul'da yaşamaya başladığım ilk zamanlarda.. Tünel civarı bu kadar popüler değil iken.. kapalı bir İstanbul gününde, yaptığım uzun yürüşüşlerden birinde, kapısının önünden geçtiğim bir barda, Dave Matthews Band çalıyordu.. hiç alışık olmadığım bir şeydi.. girip bir bakmak istedim.. loş ışığında güzel müzikler eşliğinde ve Hocaoğlunun az kavrulmuş fıstıklarıyla kitap okuyabileceğim tek yer oldu kısa zamanda.. uzun süre herkesten sakladım.. ta ki sağlam arkadaşlıklar kurana kadar.. sonraları.. geçtiğimiz haftaya kadar, gittiğimiz tek adres oldu neredeyse.. uzun Eminönü yürüyüşlerimden sonra, Tünel'den Taksime çıkıp, bir bira ya da kahve içtiğim.. zamanla çalışanları da en çok sevdiğim arkadaşlarımla değişen, sadece bir bar değil de.. dertleştiğim, kafamı dağattığım, konuşup eğlendiğim tek sıcak mekan.. öyle ki.. canım sahibi, yeni açtığı yerinde sevgilimle benim düğünümü bile yaptı bundan yaklaşık 2 buçuk sene önce.. İstanbul'a ait en güzel anıların olduğu yer.. nefesim boğazıma düğümlendiğinde ayaklarımın beni götürdüğü tek yer.. kendimi müşteri değil de ordaki birçok kişi gibi oradaki bir bardak ya da küllük kadar oraya ait hissettiğim tek yer..

şimdi bu kadar insan bir daha nasıl, nerde bir araya gelirbilemiyorum.. ismini hiç öğrenmediğim ama göre göre "tanış" olduğum bir çok kişiyle bir daha nerelerede karşılaşırız onu da bilemem..ama ne yazık ki artık Sokak Kahvesi kapandı.. arka arkaya okadar güzel şarkıyı seçip çalacak bir DJ de yok.. kahve ve bira ısmarlayacak arkadaşlar da..

bu sabah Momo'dan haberi aldığımda kendimi biraz boşlukta hissettim..

bana ait ve çok sevdiğim birşey elimden alınmış gibi..

17.06.2009

saksıda bir can


























geçen sene ki balkonda sebze yetiştirme maceram devam ediyor.. bu sene havaların geç ısınması nedeniyle biraz geç çimlendi tohumlar.. balkonumun da günde sadece birkaç saat güneş aldığı için biraz yavaş büyüyorlar.. haziran ortası oldu ama daha ancak çiçek aşamasındalar..

fidelerim o kadar güzel kokuyor ki.. utanmasam elimde bir şişe Edremit zeytinyağı ve tazecik zeytinli ekmekle balkonda başlarında oturup çiçekten domatese dönüşmelerini bekleyeceğim..

gelecek o gün de..

bu sene, geçen sene merakla takip ettiğim PDA nın bir üyesi oldum.. PDA, organik pembe domates yetiştirmek isteyenlerin bir araya geldiği bir topluluk.. sizinle bilgi ve organik tohum paylaşımında bulunuyorlar ve bunun için sizden bekledikleri tek karşılık, organik olarak yeni fideler yetiştirmeniz.. mail grubundan hergün, Türkiye'nin değişik yerlerindeki, bahçelere ve balkonlara ekilmiş güzel güzel fidelerin resimleri geliyor..

işte ben de gözünün içine baktığım fidelerimin sonunda çiçeklendiğini görebildim.. balkonumdaki dar alanda ancak bu kadar oluyor.. ama geçen yaz da yaptığım gibi bunlar sadece gelecek hayatım için bir hazırlık.. hayallerimi canlı tutmak için ödediğim küçük bir bedel..

ben de balkonumdan değil de bahçemden o gruba fotoğraf gönderebilmeyi diliyorum..

bir de.. "saksı" deyince aklıma hep toprak saksılar geliyor.. nedense o plastik şeylere bir türlü ısınamadım..

15.06.2009

scamper

daha önce Igor'dan bahsedeceğimden bahsetmiştim.. biliyorum.. ama zaten çok da etkilendiğim söylenemez.. tabii üzerinden zaman da geçince.. silik bir anı oldu benim için.. ama etkisi daha yeni izlemişim gibi olan bir karakter vardı.. şu en soldaki.. Scamper (nam-ı diğer Steve Buscemi) .. Igor tarafından deneylerde kullanılmış ve ölümsüz yapılmış bir depresif tavşan kendisi.. şimdi bunca zaman sonra nerden geldi aklıma tüm film nerdeyse silinmişken aklımdan.. bir düşüneyim.. bu tavşancık mutsuz ve sıradan hayatına son verme yürekliliğini gösterebiliyor.. (şurdan bir miktar izleyebilirsiniz..) çünkü zaten yapabileceği pek de birşey yok.. bulutların gölgesine mahkum edilmiş "kötü bilim adamları"yla ünlü bir şehirde, kötü bilim adamı özentisi Frankenstein'ın çırağından bozma bir Igor ve kendi ismini bile doğru düzgün yazamayan bir Brian (gerçek adı tabi ki de Brain) ile yaşamaya mahkum.. o da kendince tek çıkar yol olan her şekilde ölümü deniyor.. bıkmadan usanmadan yaptığı tek şey bu..

ben ise burda hep hayal kuruyorum.. işte tüm mesele burdan çıktı.. klavyeyle birilerinin suratını dağatmayı.. makası birilerinin karnına saplamayı.. sonra da gidip Fethiye'de domates yetiştrirmeyi hayal ediyorum.. bu kadar vahşetin üzerine huzurlu bir hayat kurulur mu derseniz.. kurulurmuş gibi geliyor nedense.. sanki olur muş gibi.. birşey söylemeden çekip gitme olgunluğuna erişemedim belki.. bilemedim şimdi..

domatesler de çiçek açtı bu arada.. tembelliği bırakıp resimlerini çekicem.. biberlerin de..

11.06.2009

the wrestler

















hafta içi her akşam kursa gittiğim için bir heves, izlemek istediğim ne kadar film varsa indirmeye çalıştım.. bilgisayarım hep açıktı.. şimdi ise film günleri yeniden başlıyor..ancak ruh halimin gelgitleri devam ettiği için çok duygusal, çok kanlı filmlerden mümkün olduğunca uzak duruyorum.. tabii başlığa bakınca ne büyük bir hata yaptım anlamışsınızdır.. pişman değilim..

uzun süredir sıra bekleyen bir filmdi the wrestler..

Randy "The Ram" Robinson'un (Mickey Rourke) parçalara ayrılmış hayatına kısa ama derin bir bakış niteliğindeydi.. en alt tabakanın bütün baskıyı üzerinde hisseden, "mumu iki yandan yakan" ların hayatını sade bir gerçeklikle anlatmış yönetmen Darren Aronofsky.. bu gerçeklik hissini veren şeylerden en belirgin olanı sanırım Randy'nin ringe çıktığı zamanlar dışında peşinden ayrılmayan kamera ve devamlı duyduğumuz nefes sesiydi..

filmin genel gidişhatı dışında beni ayrıca etkileyen şey de Randy ve kızı Stephanie (Evan Rachel Wood) arasındaki ilişkiydi.. özellikle Randy'nin kızı için "my girl" deyişinden çok etkilendim.. ve kızlar babalarının en en zayıf noktaları sanırım.. bir günlük çok güzel bir ayrıntıydı.. içimden "şimdi herşey düzelebilir" planlarını geçirmeme sebep olacak ışığa sahipti.. ama Murphy Kanunları iş başındaydı tabii.. "bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.."

Marisa Tomei ise filmdeki başka güzel ayrıntıydı.. her ne kadar "çıplaklığı göze sokulmuş" yorumları yapılmış olsa da forumlarda, bence kıvamındaydı.. bir filmi gerçek yapan şeylerden biri bu.. hayatta böyleyse , filmde de böyle olması normal..

son olarak da, nefis müzikleri vardı filmin.. Randy'nin (ve belki Cassidy'nin de) hayatının zirvesinde olduğu, en güneşli günlerini yaşadığı zamanlara ait şarkılar.. Guns'N Roses, Quit Riot, Cindrella, Accept, Scorpions, L.A. Guns.. Randy diyordu ki;

"kahretsin, artık böyle şarkılar yapmıyorlar.. lanet 80'ler en güzeliydi.. Guns'N Roses muhteşemdi.. kesinlikle.. ve Def Leppard.. sonra o Cobain korkağı çıkıp işleri piç etti. sanki güzel vakit geçirmek suçmuş gibi.. doksanlardan nefret ediyorum.. 90'lar berbattı.."


7.06.2009

şaşkın yumurta

balığın yumurtası havyardan daha kıymetlidir tavuğun yumurtası bizim ailede.. aile derken kastettiğim sevgilim ve ben değil.. kuzenlerim.. teyzelerim.. annem.. (onunla ilgili bir efsane bile var.. o küçük bir çocukken, köyle pikniğe giderken, haşlanmış yumurtaların olduğu sepeti eline vermişler.. piknik yerine vardıklarında annemin yol boyunca 9 tane yumurtayı yediği ortaya çıkmış..)

herkes ona sanki daha başka daha mühim bişiymiş gibi davranır..

bu yandaki arkadaş bizim buzdolabından..

sanırım sabahları suratımdaki meymenetsizliği atmak için kardeşimin geliştirdiği bir yöntem..

sabah uyku sersemi dolabı açıp da size hayretle bakan bir yumurta görünce gülmemek elden gelmiyor..

çok yaşa emi sen Annie..

2.06.2009

kate

sonunda The Reader'ı izledim.. benim kendi kendime becereceğim yoktu, sevgilim seçti, öyle izleyebildik.. Kate Winslet'a karşı olan aşırı sempatimden dolayı hep daha da keyifli bir zamanda izlemek için sakladığım bir filmdi..

Kate Winslet'ı sanırım ilk kez Titanic'te izlemiştim.. tanrım.. koskoca 3buçuk saat içinde tek izlediğim O'ydu.. sonra Holly Smoke.. bir yolculuk öncesi Bursa şehir merkezinde elimde çekçekli valizle oturup vakit geçirecek bir yer ararken önünden geçtiğim sinemada oynadığını gördüm.. hem de Harvey Keitel ile.. büyük kurtarıcı.. zor işlerin adamı.. hep aynı ifade.. hep aynı asalet.. valizimle girip sinemaya, film zihnimde, çok güzel bir yolculuk geçirmiştim.. kaç kez daha seyrettim sonradan bilemiyorum.. Kate Winslet Ruth rolünde ya bendi ya da bana çok yakın biri.. hayatımda gördüğüm en garip aileye sahip olan..

sonra Iris ve..

Eternal Sunshine Of The Spotless Mind..

sonra da beni gözyaşlarına boğan Finding Neverland..

sanatçıya bir çok ödül getiren Hanna rolü benim Kate Winslet'a olan hayranlığımı biraz daha büyüttü.. bunun dışında film hakkında pek birşey yazmak istemiyorum.. uzun zamandır gördüğüm en iyi hikayelerden biriydi sadece..

ve dün akşam The Reader'da izlerken, Young Michael'in kitap okuduğu sahnede onu gözyaşları içinde görmek ve ardından kahkahalar attığını duymak beni çok duygulandırdı.. özellikle son zamanlarda içinde bulunduğum ruh hali ve devamlı açlığını çektiğim okuma hissini düşündüm.. Hanna Schmitz'in yerinde olmak.. yalnızlığın bambaşka bir hali sanırım..