26.05.2009

tebdil-i bünye



tebdili mekanda hayır vardır derler ya.. (hatta benim test etmişliğim de var..) tebdili bünyede de vardır heralde.. yoksa bu kalk gidelim aklımla varacağım yer hayırlı bi yer değil midir?

çantamı, kitaplarımı alıp yola çıkasım var.. zaten polenlerin de burnuma kaçası var.. bir de dövme yaptırasım.. ama onun için bir sponsora ihtiyacım var.. bu kadar varlık içinde yokluk çekiyorum ya.. benim iyi bir sopaya ihtiyacım var..

25.05.2009

aylak haftasonu

çılgıncasına kendimi ordan oraya attığım günler (aylar) sonunda sonsuz sakinlikte bir haftasonu geçirdim.. geçiriyorum.. pazar akşamlarını sevmediğimi söylemiş miydim.. çalmayan telefon v.b.. pazar akşamı da tedavülden kalksa televizyonun sesini duymadan yırtacaktım az kalsın.. kısmet değilmiş..

cumartesimi dondurma, makarna yiyip kola içerek ve film izleyerek geçirdim.. film izlemeyi kafamı dağıtmak için yaptığım zamanlardan pek hoşalnmıyorum ama kafamdaki ağırlığın sebebini bulamadığım için aklıma gelen son çareydi.. o yüzden imdb'nin puanına (7.5) güvenerek komedi olduğu iddia edilen Forgetting Sarah Marshall'la başladık.. Jason Segel kurtaramamış.. Russell Brand'ın saçma absürd rolü de olmasa (ki filmin vasatlığından bana komik gelmiş de olabilir) gülümseyeceğimiz çok az sahne vardı..

ardından da Heath Ledger'ın Candy'sini izledik.. aslında ben filme başlarken film hakkında hiç birşey bilmiyordum, hatta H.Ledger'in Candy diye bir filmi olduğunu bile bilmiyordum.. herkese tavsiye edebileceğim bir film değil.. ama görsel anlamda bence çok başarılıydı.. filmin her sahnesi öznle yaratılmış fotoğraf kareleri gibiydi.. renkler aydınlık, duygular karanlıktı.. belki aşkın aydınlığı izbe evlerin odalarını aydınlık odalar haline getirmişti.. hatta filmdeki kahramanların şehirdışına taşındıktan sonra Dan'in evin çatısına ışık girsin diye açtığı delik de bunun bir ispatı gibi.. aşkları kararıyordu çünkü gitgide.. neyse.. daha çok ayrıntı vermeyeyim.. biraz fikir sadece.. üç bölümden oluşan bir aşk hikayesi diyeyim o zaman.. heaven.. earth.. hell.. tabii filmin merkezinde duran ağır uyuşturucudan da bahsetmeden edemiyeceğim.. filmden yaklaşık 2 sene kadar sonra H.Ledger'ın aşırı dozdan ölmüş olduğu gerçeği filmin izleyen üzerinde yaptığı etkiyi, belki normalden fazla arttırıyor.. karar sizin..

bunun dışında evimdeki çiçeklerin topraklarını havalandırıp değiştirdim ve sanırım sonsuza kadar yaşamak istediğime karar verdim bu haftasonu.. tam da bir haftasonunda alınacak karar değil mi?? neyse.. anlatırım sonra.. belki..

21.05.2009

tembellik ömürboyu

çok zamandır yazamıyorum biliyorum.. başlığa bakıp da sefada olduğumu düşünmeyin ama itiraf ediyorum sefa peşindeyim.. her daim takipteyim..

zaten allak bullak olan bünyem, yazın da etkisiyle iyice kendini bilmez oldu..

yazmadığım süre içinde; pek film izlemedim.. ama birsürü film indirdim.. bir tek Lost'u bitirdim.. annemi İstanbul'a davet edip onunla bol bol gezdim.. akşamları dışarı çıktım.. yeni yeni dinlediğim birşeyler yok.. pazar akşamları hala sıkılıyorum.. ve çok gürültü yapıp az konuşuyorum.. yoksa bu böğrümdeki (doğru noktayı tarif eden en uygun kelime buymuş..) baskıyı başka türlü açıklayamam sanırım..

ezberlenmiş işler için nasıl oluyor da bu kadar zaman harcamam gerekiyor hergün diye hayretler içinde kalıyorum..

rutine oturtamadığım ihtiyaçlarım ise devamlı kızgınlık çekmemin sebebi..

şu teknedeki adamın da hayatında kim bilir ne zorluklar ne rezillikler vardır ama ben şimdi onun yerinde olabilmek için neler vermezdim..

sahici kitaplardan sıkıldım.. hele bir de Açlık'ı (Knut Hamsun) okudum ki, yaz sıcağında havale geçirmemek için tutunacak hiçbişeyim yoktu.. çabuk bitti de bir derin nefes aldım.. (yok yok kötü demiyorum.. çok sahi diyorum.. anlatırım sonra..) şimdi kendimi sahici olmayan kitaplara verdim.. bayıldığım vampir hikayeleri nasıl da yetişti imdadıma.. (bildiğin aşk hikayesi aslında!!) böyle bayıla bayıla okuyorum.. arkasından bir de Hawkmoon destanını okudum mu.. deymeyin depresyonuma..

resimdeki adama gelince.. o, sabahtan o sahile gider.. yatar.. kalkar.. arasıra sahile çıkar.. sonra müşteri gelince alır tekneye, civar koyları gezdirir.. nazar değmesin civarda biraz da toprağı olduğunu duymuştum..

gelsen de bu bilgisayarın başında dursan.. ben de birazcık uyuklasam, tıngır mıngır.. bir ayağım suda..

12.05.2009

aşktan ve gölgeden

uzun zaman olmuştu Isabel Allende okumayalı..

bir kitapçıda çalışırken (en sevdiğim işlerimden biriydi..) ve bir kitapçıda çalışmaktan kazandığım para ne yazık ki gözümün önünde sıra sıra dizili kitapları satınalamazken ve birçoğunun arka kapak yazılarını ezberlerken.. yaz, o yaz güzeldi sanırım.. işte tam da o yaz tanıştım Isabel Allende ile.. ilk kitap Ruhlar Evi'ydi.. dilim tutulmuş.. şaşkına dönmüştüm.. Allende'nin tarzını övecek ya da hakkında konuşacak değilim.. bana düşmez.. tek söyleyeceğim tutkusunu elle tutulur, gözle görülür bir hale getirebilecek ve bu tutkusunu hissettirebilecek yeteneği beni kendine hayran bırakıyor..

işte o yaz neredeyse bütün kitaplarını, satın alamadığım için, ciltlerini açmadan raflardan alıp okuyup sonra yerine koymuştum.. daha lunawar olmadan önceydi sanırım, luna ismini taşırken Eva Luna karakterinden ölesiye etkilenmiştim..

üzerinde çok zaman geçti.. ben şimdi şimdi yeniden okumak ve sahip olmak istedim kitaplarına.. teker teker almaya başladım.. ilk okuduğum Aşktan ve Gölgeden oldu.. bu kitap okuyup sonra bir kenara bırakıp "yarın okurum" diyebileceğiniz kitaplardan değil.. kapatıp koyduğunuzda içinizi bir huzursuzluk kaplıyor.. bir sayfa daha okumak istiyorsunuz.. kitapta diktatörlük rejimiyle yönetilen Şili'nin içinde bulunduğu durum ve tüm bunların peşinde yolları kesişen iki kişinin hikayesini, son satırına kadar zihninizde canlandırabiliyorsunuz.. Allende ülkede yaşananları birçok bakış açısından nefis bir dille anlatıyor.. kendisinin de Şili eski Cumhurbaşkanı Salvador Allende'nin yeğeni ve meslek hayatına 17 yaşında bir gazeteci olarak başlamış olması, bu hikayeyi kendi yaşadıklarından esinlenerek oluşturduğu fikrini uyandırıyor bende.. kitabı ilk okuduğum zamanın üzerine bir de 1994 de çekilmiş olan filmi izlemiştim.. şimdi yeniden okurken karakterler ete kemiğe büründü zihnimde.. Antonio Banderas, Allende'nin senaryolaştırılmış diğer filmi The House Of The Spirits'de de bir role sahip ama bu filmde başrolde.. Irene rolünde ise Jennifer Connelly oynuyor.. her ne kadar kitapla kıyaslamak istemesem de başarılı denebilecek uyarlamalardan biri.. resim de filmden.. kitap kahramanlarımız kitapta en sevdiğim karakter Rosa ile beraber..

bir de.. daha önce okumuş ve izlemiş olmama rağmen nasıl oldu da kitabın son satırına kadar heyecanlandım anlamadım.. hikayenin sonu belli ama son satırda bir değişiklik olacakmış hissinden kurtulamadım.. olsaydı, heralde yüreğime inerdi..

6.05.2009

let the right one in

festival öncesi aldığım duyumlar.. sonra izleyenlerin yorumları.. iyi zamanı kolladım bunca zamandır izleyebilmek için.. hakkında yazabilmek ise biraz zor gibi..

cepte olan şey, alışılmış vampir filmlerinin çok dışında.. yani pespembe dudaklar, her haliyle güzel saçlar, uzaklara dalan buğulu gözler, kurbanlarını önce kedi fare oyunuyla yoran sonra da öldüren avcı vampirler yok.. hatta eskilerden çıkıp gelen ve vampire haddini bildiren/bildirmeye çalışan "yıllanmış" vampirler de yok.. nerdeyse kan bile yok.. böyle olunca benim gibi bir vampirseverin bütün algıları açılıyor.. tüm bunlar olmadan bu duygu nasıl verilir..

filmin, kendi senaryosunu oluşturan kitabın topraklarında, Isveç'te çekilmiş olması apayrı bir güzellik.. vampirlerin soğuk tenlerine çok uygun karlar altında, gri siyah ve beyaza bürünmüş, şehrin orta sınıf insanların yaşadığı yakasında geçiyor hikaye..

Interview with the Vampire'da karşımıza çıkan hırçın küçük vampir Claudia'dan sonra 12 yaşında bir vampirin maceraları insanda bir tedirginlik uyandırsa da Let the Right One In nefis bir filmdi.. filmi böyleyse acaba kitap nasıldır diye düşünmeden kendimi alamıyorum.. bazı ayrıntıları, bu olaylara gerektiğinden fazla önem verilmesinin önüne geçmek için aslında tam da ortada olmalarına rağmen açıkça vermekten kaçınmış belki yönetmen Tomas Alfredson.. ayrıca küçük Eli rolündeki Lina Leandersson ve Oscar rolündeki Kåre Hedebrant'ın oyunculukları ise muhteşem.. daha ayrıntılı bilgi isteyenler için ötekisinemeda fazlası mevcut..

küçük Eli'nin babasının (!) o gece Eli'nin Oscar'la görüşmesini istememesi ve yine babası hakkındaki bilgi, Eli'nin Oscar'a iki kez sorduğu sorunun ardındaki gerçek.. ve izlemeyenler için yazmaktan kaçındığım diğer birkaç ayrıntı daha..

her ne kadar filmde Eli'nin yaşı bir muamma olsa da aşkın büyüklüğü göz kamaştırıcı.. özellikle Oscar'ın Eli'ye kapıdan giriş izni vermediğinde olanlar karşısında Oscar'ın tepkisi ve son sahnede ki vuruculuk insanı derinden etkiliyor.. ve yine son sahne izleyeni film bittikten sonra yazılar akarken bir süre durup gelecekte olacaklar hakkında buruk bir üzüntüye teşvik ediyor..

Let the Right One In vampir hikayeleri sevenlerin dışında Avrupa sinemasını sevenlerin, dram ve aşk filmi izlemekten hoşlananların da mutlaka görmesi gereken bir film..

4.05.2009

flight 666

09 mayısta sadece bir günlüğüne belli birkaç sinemada (bu linkten gösterim yapılacak sinemaları görebilirsiniz..) gösterilecek olan Iron Maiden: Flight 666 adlı belgesel filmi izleme şansım oldu geçtiğimiz hafta.. İstinye Park AFM de ufak bir kokteylin ardından gala gösterimi yapıldı..

daha önce nefis 2 adet rock belgeseline imza atan Sam Dunn ve  Scot McFayden in eseri olan belgeselde Bruce Dickinson'un pilotluğunu yaptığı, 45 günlük ve 23 konserlik Somwhere Back In Time Tour'dan nefis sahneler izleyebiliyorsunuz..

farklı ülkelerde, farklı kültürler tarafından, her seferinde coşkuyla karşılanan grubun hayranlarıyla olan röportajlar ve konser öncesi görüntüleri benim en çok ilgimi çeken kısım oldu.. Malezya'dan, Avusturalya'ya, Şili'den Arjantina'ya, Japonya'dan Kolombiya'ya kadar birçok ülkeyi gezdiler; bazı ülkelerin haberlerinde "satanik" olarak nitelendirildiler, bazı ülkelerde gençler konsere girebilmek için aramadan geçerken ayakkabılarını bile çıkarmak zorunda kaldı..sonuç her seferinde muhteşemdi..

grup elemanlarıyla, sahne arkasında çalışanlarla birçok söyleşi yapıldı..en çok da Dickinson ile.. sahnede gözlerinden yayılan ateş bu söyleşilerde yerini bilgeliğe bırakıyordu sanki.. (tamamen hayranlığımdan uyduruyor da olabilirim tabi..)

filmde akla kazınan bir çok sahne var.. Nicko McBrain'ın bageti ellerinde ağlayan grup fanı.. vücuduna onlarca Maiden dövmesi yaptırmış bir başka fan.. hepsi çok etkileyiciydi.. ben ise en çok Japonya konseri öncesi sahne arkasında Adrian Smith'i doğaçlama blues çalarken görmekten keyiflendim..

bir de film boyunca düşünmeden edemedim.. bu kadar insan (tüm konserlere giden fanların toplamından bahsediyorum..) bu kadar istekli ve ısrarcı ve kalpten inanarak bir araya gelse.. ve dünyanın yörüngesini değiştirmeyi istese.. sanırım olurdu..