26.11.2008

bir B planı yok

Marks & Spencer yokalan dünyamıza karşı sorumluluklarımız çerçevesinde yaptıklarını ve yapmak istediklerini "Plan A" bünyesinde listelemiş..

saygının neredeyse tamamen yokolduğu "hasbelkader" hayatımızı sürdürdüğümüz dünyamız üzerinde belki de bu tarz girişimler için çok geç kaldık..

çevreci olmanın da bir moda olduğu günümüzde Plan A ne kadar işe yarar bilemiyorum ama kör göze parmak sokmanın zamanı geldi de geçiyor bile..

benim, madem bu işe önayak oldular, Marks & Spencer'dan ricam mağazalarında "poşet" kullanmayı bırakmaları.. geri dönüşümlü kağıttan ürettikleri kağıt torbaları kullansınlar ve bu torbaların üzerine de bu torbaları neden kullandıklarını yazsınlar..

petrolün içine bulanmış martının, balık zannederek yemeye çalıştığı poşetle ölmüş caretta carettanın resmini koysunlar..

alışverişlerine kahve molası veren müşterilerini o kahve molası sırasında belki de sadece 3 saniye de olsa "yaptıklarını" düşünmeye teşvik etsinler..

alışveriş çantası kullanmaya ikna ettikleri herkesin aslında bu büyük işi için küçük askerler olduğu gerçeğini unutmasınlar..

Leo Murray'in hazırladığı animasyonda söylediği gibi "bizden önceki kuşaklar bu sorun hakkında hiçbirşey bilmiyorlardı, bizden sonra geleceklerin de bu konuda hiçbirşey yapmaya güçleri yetmeyecek.."

20.11.2008

just a perfect day

bir süredir yazamıyorum.. nelerle uğraştığım ise meçhul.. yapılacak işler silsilesi içinde hiç birşey  yapmadan nasıl oluyor da böyle yoruluyorum bilmiyorum.. kafamda hep birşeyler var gibi ama kapağını açıp baktığımda bomboş..

iki gün önce, günlerden salı.. belki de en güzel salı.. sevgilimle inanması güç ama benim asla inanmaktan vazgeçmediğim bir konuda nefis bir haber aldık.. İstanbul'u sel götürürken Cerrahpaşa'dan Eminönü'ne kadar poşet gibi bir yağmurluğun içinde, ayaklarımız sırılsıklam yürüdük.. Taksim'de en bir sevdiğim restaurant olan Deep'e gittik.. gündüz gündüz bira söyledik kendimize.. eve giderken bir de rakı alalım dedik.. akşamüzeri naçizane soframızı kurup bir de film ayarladık kendimize..

gece yatmadan hemen önce mutfakta bir sigara içerken gün boyunca aklımda dönüp duran bir şarkıyı mırıldandım..

mükemmel bir gün, parkta sangria içmek/ sonra hava karardığında/ eve gitmek/ mükemmel bir gün işte/ yem vermek hayvanlara/ hayvanat bahçesinde/ sonra sinemaya/ eve sonra da

mükemmel bir gün işte/ mutluyum seninle geçti diye/ iki arada bir derede/ bırakma beni/iki arada bir derede

mükemmel bir gün işte/ dert,tasa geride/ başbaşa haftasonu keyfi/ ne kıyak be oh

mükemmel bir gün işte /unutturdun bana kendimi/ başka biriydim sanki/ iyi biri..

mükemmel bir gün işte/ mutluyum seninle geçti diye/ iki arada bir derede /bırakma beni/ iki arada bir derede

ne ekersen onu biçersin..

mükemmel bir gün işte..

sanki o gün için yazılmıştı.. o şarkıyı bu kadar sevdiğimi daha önce farketmemiştim.. Just A Perfect Day 18 Kasım Salı gününün fon müziğiydi..

4.11.2008

bilmediğim diller

şehir içinde yolculuk etmeyi seviyorum.. metro hariç.. evime giden en kısa yol metrodan geçtiği için ne kadar hızlı olsa da metroyu artık sevmiyorum; havasız, sıkıcı geliyor.. ayrıca camdan dışarıyı seyredemediğim için bisürü insanla gözgöze geliyorum ki, tanımadığım insanlarla gözgöze gelmek de ayrıca keyifsiz bir durum.. 20 dakikalık nereye bakacağını bilmeden sıkılma durumu yani.. otobüsleri, tramvayları ve vapuru yer bulabildiğim sürece seviyorum.. boş boş camdan bakmayı.. dışarı bakarken de insanların konuşmalarına kulak misafiri olmayı seviyorum.. mesela arka koltukta oturanların muhabbetlerinden nasıl insanlar olduklarını anlamaya çalışıyorum.. bazen çok da ilginç şeylerden bahsedebiliyorlar..

otobüste mesela, en az 45 dakikalık yolum varken, hem de yer bulmuşken hiç dayanamadığım, mümkünse yer değiştirmeme sebep olan bir durum var ki o da anlamadığım dillerde konuşan insanlar.. yabancı diller bende genelde bir rahatlama, içe dönme duygusu yaratır.. televizyon karşısında uyuyakalmak gibi.. ama genelde, insanların konuşmalarını anlamayacağından o kadar emindir ki yabancı bir dille toplum içinde konuşmayı seçmiş kişiler, normalde çıkarabildiklerinden kat kat daha yüksek bir sesle bağırarak konuşurlar.. etraflarındaki insanların duymalarından bu kadar rahatsız oldukları için, bildikleri ortak bir yabancı dili seçmişken bu insanları bu kadar yüksek sesle konşmaya iten çok gizli şey neymiş merak ederim..

ama merakım çabuk geçer.. kulağım tırmalanır..

kendime yeni bir yer ararım..

2.11.2008

Once

herkes hata yapar..

ben de bu filmi kaçırmışım işte.. üstelik hakkında hiçbirşey bilmeden oturum ekranın karşısına..

şarkılardan oluşan bir film denebilir.. şarkıların sözleri tamamen kahramanların içinde neler olup bittiğini katıksız bir şekilde anlattığı için, baştan sona o kadar çok şarkı dinlemek insanı hiç rahatsız etmiyor.. aksine izleyeni filmin içine çekiyor..

film yapmaktan öte anlatacak şeyleri varmış gibi filmdeki herkesin.. yönetmenin.. müzisyenlerin..

dost işi bir film olmuş.. yönetmen John Carney, başroldeki Glen Hansard'la birlikte bir dönem The Frames'de çalışmış.. gece sokakta pijamalarıyla yürüyerek şarkı söyleyen diğer başrol oyuncusu Markéta Irglová ise Glen Hansard'ın konservatuardan arkadaşı.. şarkılar hakkında birşey söylemeyeceğim.. onlar için söze gerek yok..

film kapıya gelmiş dayanmış tüm duyguların filmi.. Glen Hansard annesinin ölümünden sonra babasına destek olmak için Dublin'e dönmüş bir kalbi kırık.. elektrik süpürgesi tamir dükkanında babasına yardım ettikten sonra vaktinin geri kısmını, hayatını şarkı yaparak ve bu şarkıları sokakta söyleyerek geçiriyor.. bir akşam kimsenin geçmediği sokakta şarkı söylerken Markéta O'nu dinlemeye başlayıp cebindeki son birkaç senti Glen'e verip sohbet etmeye başlıyor.. Markéta'nın bozuk bir elektrik süpürgesinin olması onların kısa arkadaşlığının başlangıcı oluyor.. film insanı biraz üzüp biryandan da gülümseten küçük ayrıntılarla dolu.. mesela Glen çok da önemli bir anda Markéta'yı ararken biz fonda çiçek satan Markéta'nın sesini duyuyoruz ama ne yazık ki Glen bu sesi duyup Markéta'ya ulaşamıyor.. sonra Glen ve babası arasında geçen sohbet.. Markéta'nın Glen'e verdiği birkaç sentin Markéta'nın hayatındaki önemi.. ve Glen'in giderken yüzündeki gülümseyen ifade.. kısacası pamuklara sarılasıca bir film çıktı, başımı hangi yastığa gömeceğimi bilemedim..

film akacak kan damarda durmaz atasözü gibi birden olmuş ve bitmiş.. birinin anlatmaya ihtiyacı varmış, tam da zamanında , kocman bir duygu seliyle dökülmüş gibi..

bu arada film birçok ödül de almış.. bir tanesi Oscar..

çok söze gerek yok.. izlenmemesi ve dinlenmemesi bence büyük bir kayıp..

**bir de izleyenlere not..

ekşi sözlükten öğrendiğime göre Glen'in Çekçe Markéta'ya sorduğu soruya Markéta'nın verdiği yanıt; "seni seviyorum.."