30.10.2008

filtre türk kahvesi

filtre kahveyi severim.. Türk kahvesine bayılırım.. Türk kahvesinin yanında ikram edilen lokum, çikolata gibi mutluluk verici yiyecekleri yalamadan yutar, kahvenin tatlı damakta bıraktığı acılıkla mest olurum..

iş yerinden bir arkadaşım kısa zaman önce dil eğitimi için İngiltere'ye gitti.. bir kahve sever olarak Türk kahvesini de yanında götürmüş.. evinde kaldığı bayan, kahveyi filtre kahve makinasına doldurup sonra bir de sütle servis yapmış.. arkadaşımın dediğine göre çok da güzel olmuş..

ne zamandır deniyeceğim, bir türlü olmadı.. sonunda bu sabah doldurdum makinaya Mehmet Efendi'nin kahvesini.. doğru düzgün kokmadı bile.. pişmiş kahveyi termosuma doldurup (biraz duru geldi tam da o sırada) üzerine de biraz süt ekledim..

ı-ıh.. olmadı..

koca termostaki 2 parmak süt tadı o kadar belirgin ki.. sanki sütün içine kahve damlatılmış gibi..

hem benim zorum neyse.. ben çok kaynamış, acılaşmış kahveyi severim..

25.10.2008

üçü bir yerde..

FilmEkimi'nin son günü benim için en yoğun gündü.. o gün için işten izin alındı.. termosa kahveler dolduruldu.. arka arkaya üç filmi rahat rahat izleyebilmek için rahat kıyafetler seçildi.. tabii isterdim ben de hergüne bir film ama geldi geçiyor.. yapacak başka birşey yok..

ilk film Limon Ağacı.. İsrail ve Filistinli iki elden çıkmış film.. (İsrailli yönetmen Eran Riklis ve senaryoyu Riklis'le beraber yazan Filistinli eski gazeteci Suha Arraf) bütünden önce ayrıntıya bakmaya meyilli olduğumdan belki, çok klasik gelecek ama film bana  deniz yıldızının hikayesini anımsattı.. filmin insani boyutunun yanında bir de politik boyutu var.. (işler politik boyuta taşındığında insanlıktan çıkmak mümkün.. ve işler politik boyuta taşındığında insanlıktan çıkmak normal..) Filistin - İsrail sınırında yaşayan Selma adında Filistinli dul bir kadının yapayalnız yaşamının geçmişiyle dolu limon bahçesi, bir gün İsrail Savunma Bakanının İsrail sınırından komşu gelmesiyle birlikte ulusal güvenliği tehdit edici bir unsur olur.. o andan itibaren Selma için herşey daha da zorlaşır.. zaten dul ve yalnız bir kadın olmanın zorluğuyla cebelleşirken bir de zor hayatından geriye kalmış tek somut şey ve bir de geçim kaynağı olan limon bahçesi yok olmak üzeredir..

hemen yarım saat sonra  Küçük Deniz Kızı Ponyo'da soluğu aldık.. önceki filmin burukluğunu atamamamış olmamızdan olacak daha ilk sahnede gülümsemeye ve hatta kahkahalar atmaya başladık.. bu kahkahaları önceki filme bağlıyorum çünkü aslında Hayao Miyazaki'den beklediğimden biraz daha farklı bir filmdi.. biraz daha yalın.. biraz daha sakin.. genelde Miyazaki izlerken bir dakika sonra ne olacağını tam da kestiremediğim için konusu biraz daha derli toplu geldi bana.. ama sinemada Miyazaki izlemek bambaşka.. Andersen'in Küçük Deniz Kızı'nın Miyazaki yorumu diyebiliriz.. mutlu bir gülümseme bıraktı bizde..

herşey yoluna girdi keyfimiz yerinde derken saat 19:00 oldu ve izlemeden önce bile başımıza ne geleceğini kestirememenin tedirginliği içimizde Rüya için yerlerimizi almıştık.. Kim Ki-duk gene hep zor olan yolu tercih eden iki kahraman yaratmış kendisine.. rüyalarında tanıdık yüzler ve korkunç olaylar gören Jin ve birebir bu olayları gerçekleştiren ama tüm bu yaptıklarından bihaber Ran.. gittikleri bir mistik/doktorun tüm bu rüyaların ve tatsız olayların sonunun gelmesi için önerdiği çok basit yolu denemektense yapılmayacak hertürlü eziyeti kendilerine yaparlar.. filmin ilk yarım saatinde neşeli Kore filmlerinin tatlılığıyla hafifçe kendimizi saldığımızdan olsa gerek bu yarım saatten sonrası oldukça zor geçti.. Kim Ki-duk seyretmeyi sevenlerin alışık olduğu bir durum..

filmler bitip de karnımızda şişmiş mısırlarla sinemadan çıktığımızda aslında İstanbul'da mutlu bir FilmEkimi'ni atlatmış gibi değil de sanki tüm dünyanın yükü sırtında ve gözkapaklarında olan bir zavallı gibi hissettim kendimi.. replikler birbirine karışmaya başlamış, konuşmalar anlamsızlaşmıştı.. eve doğru hayatımın en uzun yolculuklarından birini yaptım..

ama gece kafamı yastığıma koyduğumda seneye daha iyisini yapabileceğimden emindim..

20.10.2008

denizkızı / mermaid / rusalka

festivalin beni en etkileyen filmi diyebilirim Denizkızı için..

tabii sadece beni etkilemekle kalmamış film, ödül üstüne ödül almış..

Anna Melikyan; 2008 Sundance Dünya Sineması En İyi Yönetmen, 2008 Berlin FIPRESCI Ödülü ve 2008 Sofia En İyi Film Ödüllerini kazanmış, rengarenk bir vizörden baktığı Alisa'nın dünyasıyla..

küçük bir deniz kıyısı kasabasında küçük bir kadınlar ailesinin birbirini aratmayacak gariplikteki karakterlerinin içine açılıyor perde..

saatlerce sallanan sandalyesinde tek zevki dondurma yemek olan bir anneanne..

hayatın her türlü (!) zevkine aç bir anne ve bir gün konuşmaktan vazgeçen küçük kızı Alisa.. yani balık annesinin doğuduğu küçük denizkızı.. doğaüstü küçük Alisa'nın bir de doğaüstü bir gücü  var.. eğer çok isterse istediği şey gerçek oluyor ancak kontrol edemediği yollarla..

yıllarca hemen hergün babasının geleceği günü bekleyen Alisa kıyamet(!)in olduğu gün vazgeçiyor konuşmaktan ve bu yüzden zihinsel engellilerin gittiği bir okula gitmek zorunda kalıyor.. ve 17 yaşına gelip de o kasabadan ayrılmak istediği gün yola çıkıyorlar..

bir avuç insanın yaşadığı kasabasından kapitalizme kucak açmış Moskova'ya..

rüzgarın bile kayıtsız kalamadığı Alisa'nın; kalp sızlatan öyküsü bu film.. aslında biraz da herkesin..


15.10.2008

Radyo Boğaziçi Sınırsız Müzik Günleri Helldorado Konseri

Radyo Boğaziçi'nin sunduğu Helldorado konserine ne yazıkki ben gidemedim..

konser, önceden de duyrulduğu gibi cuma gecesi (10.10.2008) gerçekleşmedi.. biz filmimizden çıkmış, hafif yağan yağmur altında Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne doğru  ilerlerken açıkçası bu ihtimali gözönünde bulundurmadık.. oraya vardığımızda yağmur şiddetlendi.. seyirci adayları buldukları her ağacın, şemsiyenin altına girerek, tamamen sırılsıklam olmuş bir şekilde, ellerinde biralarıyla azimle Helldorado'nun sahne almasını bekledi.. ancak meğerse kurulan sahne hiç de korunaklı bir sahne değilmiş ve grup elemanlarının hazırlığını yapan ekip çoktan elektrik kaçağına maruz kalmışmış..

üzgün bir şekilde, o yağmurda ve trafikte evimize döndük..

12.10.2008 pazar akşamı Helldorado konserinin yapılacağı haberini aldık ama artık çok geçti.. ben kuzenimle cumartesi katıldığım bir yürüyüş sonucu yorgun ve harap düşmüş bir halde pazar gününü evde geçirmenin daha uygun olacağına karar verdim.. ama kardeşimi gönderip, konseri izletip, benim için fotoğraf çekmesini istemekten de geri kalmadım..

konser daha öncekiler gibi yine çok güzelmiş.. (bu sefer kapalı bir salonda yapılmış..) grup elemanları bir ara sahneden inip seyircilerin arasına bile karışmış..

konserle ilgili tatsız durum, konserin pazar akşamına alındığından birçok insanın haberdar olamaması.. bu yüzden bileti olduğu halde Helldoradoyu izleyemeyen birçok kişi olduğunu sanıyorum.. tüm bu tersliklerin yanında Radyo Boğaziçi ekibini kendimce tebrik etmeden geçemeyeceğim.. her türlü olumsuzluğa rağmen Helldorado'yu sahneye çıkarmadan göndermediler..

ben mi..

ben konsere gidemediğim için o kadar da üzülmüyorum.. nasıl olsa bir gün Helldorado benim barımda sahne alacak..  o zaman bol bol dinlerim..

13.10.2008

Chelsea On The Rocks

Abel Ferrar'ya ait bir belgesel Chelsea on the Rock..

FilmEkimi dahilinde izlediğimiz ilk film..

içinde yokyok.. efsane otelin daim kiracıları ve gelip geçici konuklarıyla olan gerçek anlamda 1957 de işletmeyi babasından devralan Stanley Bard ile başlayan "hayat"ını  84 dakikaya sığdırmaya çalışmış Ferrar.. ( otelin '57 den öncesi de var tabii.. 1884 de açılmış ilk olarak ve 1940 da S. Bard'ın babası David Bard tarafından devralınmış.. o dönemde de bir çok ünlü konuğu olmuş.. ama belgeselimizin konusu biraz daha yakın tarih..) bence? benim öğrenmek istediğim daha çokkk şey var..

belgeselde (kısalığının dışında) can sıkıcı canlandırmalar vardı.. Janis Joplin, Sid Vicious gibi karakterleri canlandırmalarla filme dahil etmişler.. şimdi oturup Janis Joplin'in hayatını anlatan bir film/belgesel izlesem, acaba Janis'i canlandıracak karakteri ne kadar içime sindirebilirim, ne kadar Janis olarak bakabilirim çok iyi kestiremiyorum.. ancak bir de bu canlandırmalar 5er 10ar dakika olunca.. insanın içine hiç sinmiyor, hafif iç gıcıklayıcı, can sıkıcı bir etki yaratıyor.. ama bu eğreti durumu affedilir kılan bir nokta var ki; Nancy'nin ölüm gecesi de canlandırmalara dahil edilmiş.. yıllarca yazılıp çizildiğinin aksine burada hayatının aşkı Nancy'yi öldüren kişi Sid değil.. sanırım bu konu bir muamma olarak kalacak ama ben burada işleniş şeklinden çok memnun kaldım..

bunun dışında Ethan Hawk, Milos Forman ve hayatlarının bir bölümünde otelde ziyaretçi olmuş sanat adamından otelle ilgili hikayeler ve anılar dinliyoruz..  otel intiharlara (ki bir vücudun betona çarpma sesi sıradan bir olaymış gibi anlatılıyor), uyuşturucu partilerine ve bir çok sanat eserine ev sahipliği yapmış.. (Jack Kerouac'ın Yolda'sını bu otelde yazdığı söylenir..) ayrıca filmlere ve şarkılara ilham vermiş.. (Leonard Cohen bu otelde Janis Joplin'le geçirdiği bir geceden sonra "chelsea hotel no.2" yi yazmış, Luc Beson "Leon: The Professional"ı bu otelde çekmiş..)

Chelsea Hotel yeraltı hayatının, kara kitapların, hastalıklı şarkıların yuvası olup; karanlık insanların, uyuşturucuya emanet edilmiş zihinlerinin özgürce dokuduğu hiç bir benzeri olmayan sanat eserlerinin doğduğu, bazı hayatların söndüğü bir sır yuvası olarak hayatını devam ettirmiş..

şimdilerde ise bir müze havasında zamanının en pahallı müşterilerini ağırlıyor..

belgeselde iyi/kötü herkes için birşeyler var..

izlemek isteyenler için belgeselin tekrarı 15 Ekim Çarşamba günü saat 13:30da..

lüzumsuz bilgi:

* otelde en uzun süre konaklayan kişi Virgil Thompson.. tam 54 sene..

* Hotel Chelsea'nin bütün odaları birbirinden farklı döşenmiş..

bu arada resimde William S. Burroughs ve Andy Warhol aynı masada.. (olacak iş değil..)

bir de izleyecek olanlara bir öneri.. havaya girmek için otel hakkında biraz araştırma fena olmaz..

(Helldorado konseriyle ilgili bilgi sonra..)

10.10.2008

sonbahar film haftası

FilmEkimi bugün başlıyor..

Uzun zamandır hayalini kurduğum gibi bu sene istediğim hemen her filme biletim ve hatta film için ayrılmış iki koca günüm var..

Hepsini anlatacağım iyi kötü..

Bugünün bir de başka güzel yanı var ama..

Akşam Radyo Boğaziçi'nin Helldorado konseri..

Sahnede ilk izlediğim günden beri aklımda onlarla ilgili bir hayal; birgün o çok istediğim barı açarsam, her cumartesi Helldorado çalmaya gelecek..

Kısmet..

Herkese iyi seyirler..

7.10.2008

yıllar sonra

sevgilime büyüdüğüm yerleri hep gezdirmek istemiştim.. tatil vesilesiyle oralardaydık geçen hafta..

sıkıştırılmış bir tur planı yaptım.. kalanlar bir dahaki tatile..

Ayvalıktan da geçtik tabii..

Ayvalık ve Sarımsaklı arasında yol üzerinde eskiden de oturup sigara içtiğim yerde mola verdik, en son 7-8 sene önce belki..

yıllar sonra gelip durduğum o yerde bir his..

hayat ve insanlar önceden de karışıktı benim için, şimdi de.. hep bir yoldayız sanki ama manzara hep aynı.. geceler günleri, kışlar yazları izliyor..

yoldan çıkmak lazım..

yoldan çıkmam lazım..